1916 Sykes Picot düzeni sona ererken barış ve adalet üzerine
Tarihçi Taner Akçam yazdı: Hükümet ve PKK arasındaki ateş-kes ilanı, Ortadoğu büyük resminin bir parçasıdır. İsrail’in özür dilemesi de bu resmin bir başka parçasının tamamlanması anlamına gelir
Hükümet ve PKK arasındaki ateş-kes ilanı, Ortadoğu büyük resminin bir parçasıdır. İsrail’in özür dilemesi de bu resmin bir başka parçasının tamamlanması anlamına gelir.
Bugünkü Ortadoğu esas olarak 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında yapılan Sykes-Picot gizli antlaşması esasına göre kurulmuştur. Aslında bu antlaşmaya da temel teşkil eden 1915 yılında hazırlanan Bunsen Raporudur. İngiliz Hükümeti tarafından hazırlanan bu rapor, Ortadoğu’nun savaş sonrası alacağı şekle ilişkin bir dizi planı içermekteydi.
Sykes-Picot antlaşmasının Anadolu için öngörüleri, Bolşevik-Kemalist ittifakı nedeniyle tutmadı ama sonuçta bugünkü Lübnan, İsrail, Suriye, Ürdün ve Irak esas olarak bu antlaşmanın ürünü olarak ortaya çıktılar. Artık bu düzen sona eriyor. 21 Mart 2013’de Diyarbakır’da resmen ilan edilen Türk-Kürt Barış Antlaşması, Sykes-Picot rejiminin resmen bittiğinin ilan edilmesidir.
Ortadoğu’da yeni bir düzen kuruluyor. Bu düzenin temel dayanakları Türk-Kürt ve Suni Araplardır. İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci amaçları doğrultusunda oluşturduğu suni sınırlara dayalı ulusal devletler yerini önce ekonomik daha sonra siyasi birlikteliklere doğru bırakacak gibi gözüküyor.
Bu yeni düzende sınırlara şimdilik dokunulmayacak ama sınırlar anlamsız hale getirilecek. Ortadoğu, kendi kültürel arka planına daha uygun yeni bir birlikteliğin eşiğinde.
Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışan her tarihçinin bildiği basit bir gerçek vardır. Bu imparatorluk esas olarak iki büyük eksen üzerine yükselmiş ve bu iki eksen sayesinde varlığını uzun yıllar sürdürebilmiştir. Bunlardan birisi İstanbul-Kahire diğeri ise İstanbul-Diyarbakır (Erbil) eksenidir. İstanbul-Diyarbakır (Erbil) ekseni esas olarak Türk-Kürt dayanışmasını sembolize eder. İmparatorluğun Doğu sınırları esas olarak bu eksen sayesinde yüzyıllarca ayakta kalmayı başarmıştır. İstanbul-Kahire ekseni ise, İmparatorluğun Suni Arap dünyası ile bağı anlamına gelir. Napolyon’un 1798’de Mısır işgali ile başlayan süreç ile birlikte İstanbul-Kahire ekseni kırılmış ve İmparatorluk hızla parçalanma sürecine girmiştir. Çünkü Lübnan ve Suriye’nin Mısır olmadan bir arada tutulması zordur.
AKP Hükümeti, Ortadoğu’daki çatışma ve dengesizliklerin en temel nedeninin bu eksenlerin kopmuş olmuş olması ve düzen ve barış için ise bunların yeniden inşa edilmesi gerektiğinin farkındadır. Sykes-Picot düzeni ve bu düzenin ürünü olarak oluşturulmuş diktatörlük rejimleri, bu eksenlerin yeniden inşa edilmesinin önünde en büyük engeldir. Bu nedenle AKP, hem diktatörlük rejimlerine son verecek, hem de suni ulusal devlet sınırlarını anlamsızlaştıracak bir çizgiyi hayata geçirmek istiyor.
Türk-Kürt Suni Arap ortaklığında temelleri atılan bu yeni birliktelik, eğer Ortadoğu halklarının demokratik ve özgür irade temelinde birliği ekseninde inşa edilirlerse gelecek şansı vardır. Osmanlı, yukardan aşağıya ademi-merkeziyetçi bir yapıyı hayata geçiremediği için çökmüştür; şimdi bu birlikteliğin aşağıdan yukarıya inşa edilmesi kadar doğal ve normal bir süreç olamaz.
İsrail’in özür dilemesinin arkasındaki nedenlerden birisi bu gelişmelerdir. İsrail yöneticileri fazlasıyla bizim generallere benziyorlar. Devletlerinin varlığını savaş ve kavga ile sürdüreceklerine inanıyorlar. Bizim generaller gibi, komşularını ve çevre halkları kendi varlıklarına yönelik tehdit olarak görüyor ve algılıyorlar. Bu algının oluşmasının elbette tarihi nedenleri var, ama bu algı İsrail’in geleceği için en büyük tehlike... Zannediyorum Obama, İsrail’e, eğer bölgede bir devlet olarak var olmak istiyorsa komşularını tehdit ve düşman gören zihniyetten vazgeçmesi gerektiğini anlatabilmiş gözüküyor. Eğer İsrail politikalarını gözden geçirebilirse, yeni oluşmakta olan Türk-Kürt Suni Arap işbirliğinin kendi güvenliği ve geleceğinin garantisi olabileceğini görebilecektir. Hem de İsrail’in kendisi, bu yeni yapılanmanın önemli bir unsuru olabilecektir. Demokrasiye en yakın idare tarzları olmaları itibarıyla, Türkiye ve İsrail Ortadoğu’nun demokratik temellerde inşa edilmesinin önderliğini bile yapabilirler.
Ortadoğu’da hayata geçirilmek istenen yeni birlikteliğin önündeki birçok ciddi engel olduğu açık. Bu birliktelikten hoşlanmayacak olan başka devlet ve kuvvetlerin yapabileceklerini şimdilik bir kenara bırakalım. Bölgenin, demokratik temelde aşağından yukarıya inşa edilmesinin önünde, “evdeki mutfaktan” kaynaklanan ciddi engeller var. Bunlardan birincisi, yönetici grupların tarihten gelen siyasi kültür ve yönetim alışkanlıklarıdır. Hiç unutmayalım, bölgemizde yaşanan tüm büyük katliamların ana nedeni, başta Hristiyanlar olmak üzere bölge halklarının adem-i merkezi idari yapı isteyen reform talepleridir. Osmanlı yöneticiler hemen hemen tüm reform istemlerine katliamlarla cevap vermişlerdir. 1913’te Paris’te Arap liderlerle, İmparatorluğun Arap bölgelerinde idari reform konusunda anlaşan İttihatçıların, bu reformları uygulamak için İstanbul’a gelen Arap önderlerini hapse atması sözünü ettiğim kültürel geleneğe verilecek sembolik bir örnek teşkil eder.
Ortadoğu’da, Türk-Kürt Suni Arap toplulukları ekseninde inşa edilecek yeni birlikteliklerin bir başka temel sınavı, Suni olmayan (Alevi, Hristiyan ve Yahudi) topluluklarla ilişkileri konusudur. Bu konuda önümüzde şimdilik çok umut verici bir tablo yok. Öcalan’ın, biraz da AKP kurmaylarının dili kokan Newroz mesajındaki, aşırı İslam Birliği vurgusu; Türk ve Kürtlerin Birinci Cihan Harbi ve sonrasındaki ortaklıklarının yüceltilmesi, şu ifade ile birlikte ele alındığında ortaya karamsar bir tablo çıkartmaktadır: “Gerçek anlamında, bu [İslam bayrağı altındaki] kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Oysa, gerek Apo (PKK) ve gerekse AKP kurmayları tarafından övülen, İslami birlik temelindeki Türk-Kürt “kardeşlik hukukunun”, Hristiyanların imha edilmeleri ve Anadolu’dan sürülmeleri anlamına geldiğini bilmeyen yoktur.
Bu ifadelerin anlamı açıktır: şu andaki hali ile ilan edilen Türk-Kürt barışının, tarihle yüzleşme gibi bir programı yoktur. Tarihiyle yüzleşmeyen ve geçmişte işlenmiş cinayetlere ilişkin açık bir özeleştiriyi içermeyen bir Ortadoğu projesinin hem demokratik bir gelecek inşa etme şansı zayıftır hem de bugün Hristiyanlara vaat edeceği çok fazla bir şey de yoktur. Geçmişte bu kardeşlikten en büyük zararı gören Hristiyanların, yarın da en büyük zararı görecek gurup olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Bu tabloya elbette Alevileri ve diğer azınlıkları da eklemek gerekecektir.
PKK ve Apo bu durumu muhtemel “zorunlu bir taktik adım” olarak açıklamak isteyecektir. 2015’e doğru, Hükümetin Çanakkale savaş ve zaferini, Ermeni soykırımına karşı alternatif olarak dikmek istediği koşullarda, Apo’nun, “Ermeni, Rum ve Yahudi lobileri” hakkındaki, aynı Türk Devlet yetkilileri ağzı ile konuşması ile birleştirilince, bu adımların ne kadar “taktik zorunluluk” olup olmadığını hep beraber izleyeceğiz.
Ortadaki tablo, bize bir tarihi gerçekliği daha hatırlatıyor. Bazı etnik ve din gruplarının birbiri ile anlaşarak barış ve demokrasiyi tesis etmelerinin bir fiyatı vardır ve bu fiyat bir çok durumda başka halklar tarafından ödenmektedir. Amerikan demokrasinin, Kızılderililerin imhası üzerine inşa edilmesi buna verilebilecek örneklerin başında gelir. Michael Mann bunu, “demokrasilerin karanlık yüzü” kavramı ile açıklar. Ortadoğu’da içine girilen yeni sürecin “karanlık yüzü”, Aleviler ve Hristiyanlar tarafından ödenecek fiyat mı olacak, bunu zaman gösterecek.
Şimdilik fazla spekülasyon yapmaya gerek yok. Türk-Kürt barışı ve silahların susmuş olması kutlanması ve selamlanması gereken bir adımdır. Sonuçta bugüne kadar, savaşarak ve silahlarını konuşturarak, siyasetin alanını daraltanlar, şimdi bizlere siyaset yapmanın alanını ve imkanını sunmaktadırlar. Bu büyük bir dönüşümdür. Tek bir Mehmetçiğin, tek bir Gerillanın ölmeyecek olmasından daha güzel, daha anlamlı bir şey olamaz. Bizlerin de elimizi taşın altına sokmamız; bu barışa tüm imkanlarımızla destek vermemiz gerekir. Ama barış yanında, onun kadar önemli bir başka şey daha var. O da, savaş sırasında zarara uğramış insanların adalet arzusudur. İlan edilen barış, doğrudan savaşan taraflarca, yani bu adaletsizlikleri yaratmış çevrelerce ilan edildiği için, geçmişte yaşanmış haksızlıklara ilişkin adalet getirebilir mi? Önümüzdeki süreçte barış ve adalet ilişkisi nasıl olacaktır? Bu kendi başına ayrı bir yazı konusudur.
t24
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.