M. Emin ÖZMEN
28 Şubat ve Ankaralı Turgut
28 Şubat karar ve uygulamalarının, Türkiye'nin batısında yaşayan inançlı insanlarımıza, son dönemlerin moda deyimiyle teğet geçtiğini bir önceki yazımda belirtmiştim. Ama bu ülkenin Doğu ve Güneydoğu'sunda yaşayan İslami şahsiyetlerin ortasında patlayan bir bomba etkisi yaptı. Ha bir de o süreci psikolojik baskılarla geçiren bu kardeşleri, fiziksel baskının derecelerini anlamaları açısından bu günkü yazımı okumalarını da salık vermiştim.
28 Şubat sonrasında Doğu ve Güneydoğu illeri, ilçeleri ve köylerinden insanlar grup grup toplattırılıp, nezaret sürecinden geçirildiler. Toplanan insanların ortak özelliği, dinini yaşamaya çalışan, inançlı kesimden olmalarıydı. Bu nezaret süreci bu günkü göz altılara pek benzemiyordu. Nasıl mıydı? 28 Şubatçılar ve mağdurlarınca çok iyi bilinen süreci aşağıdaki soru ve cevaplarıyla özetleyebiliriz.
Şimdi tüm fizikçiler toplansa, Filistin askısındaki kişinin yere doğru çekim kuvvetini hesaplayabilirler mi? Edison insan vücuduna verilen elektriğin kaç ampulü yakabileceğini bilebilir mi? Ya da Einstein (Aynştayn) falakaya yatırılan kişinin ayak tabanlarına vurulan jopun, vuruş kuvvetini veya ayakların direncini dört işlemi kullanıp, bir sonuca ulaşabilir mi?
Aslında bu işlerin ehilleri, bilimsel buluşlarda da hep başa güreşiyorlar. İki dolap arasına sıkıştırılan insanın kaburga kemiklerinin, nasıl da kırılmadan iç içe geçivereceğini hemencecik hesaplamışlar. Falakadan sonra ayakların şişmemesi için ilaçlı bir suda dans edilmesi gerekiyormuş. Veya ellere hızlıca vurulan jopun ardından büzülen insan avuçlarının tekrar açılması ve ikinci darbeye hazır olması için; ellerin bir sopa üzerinde sağa sola hareket ettirilerek, üzerine su dökülmesi gerekiyormuş. Koltuk altlarına sıkıştırılan buzun erimemesi için keçe ile sarılması lazımmış.
Yapılan bilimsel çalışmalar sayesinde, acının tekrar tekrar yaşatılması için, duyarsızlaşan insan etini duyarlı hale getirme yöntemlerini ortaya koymuş durumdadırlar. Kaç voltajlık elektrik şokunun insanı öldürmeyeceği; ama acı çektireceğinin farkındalığının keşfini yapmış durumdalar. Her elektrik şokunun ardından insana su içirilip içirilmeyeceğinin faydası ve zararını da hesaplamışlar.
Ha birde karşıdakine acımamak için, acıyla imtihan edilenin gözleri bağlı olması gerekiyormuş. Çünkü acı çeken göze temas ederse karşı göz, gözlerden kalbe karşılıklı bir sinyal geçebiliyormuş. Böyle bir durumda “Alın bunu götürün, bana da bir sigara getirin” diye olumsuz bir durumla karşı karşıya kalınabiliyormuş. Onun için gözler, göz bağı ile sıkıca bağlanmalıymış.
Sonra acının elbise engeline takılmaması için, muhatabın çırılçıplak soyundurulması şartmış. Vurulan her darbe direkmen tene değmeliymiş. Arada kumaş, yün, keçe türü şeyler olmamalıymış. Buz gibi soğuk suyun etkisi ancak tazyikli olduğu zaman insana boğulma hissi veriyormuş.
Tabi güzel şeyler de var. Hücrenin mazgal kapısından bir parça ekmek fırlatırlar. Sonra plastik bardaklarda su servisi de var hani. Yani ölmüyorsun. Ekmek ve su sayesinde. Allah var, her tuvalet ihtiyacında, birkaç tekme, birkaç şaplak karşılığında götürülüyor kişi. Abdest almak için izin istendiğinde lavabo aynasına bakmama şartı var. Çünkü aynadan bakıldığında, arkadaki aynasız görülebiliyor.
Dedim ya güzel şeyler sonradan da devam ediyor. Mesela mahkemeye çıkmak işkencenin azalması anlamına geliyor. Cezaevi nispeten rahat. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi. Görüş günlerinde aradaki cama karşın eşini, çocuklarını, anne-babanı, kardeşlerini görebiliyorsun. Ellerini uzattığında aradaki cama rağmen çocuğunun başını okşayabiliyorsun. Evden getirilen dolmaları yiyebiliyorsun. Pastaların altına konulan mektupları okuyabiliyorsun. Gözyaşı nemini taşıyan kâğıda gözyaşlarını damlatabiliyorsun.
Bir de şu Ankaralı Turgut meselesine var. Nezarethane sürecinin en bariz olayı; işkenceden geçirilen kişinin bağırması, imdat istemesi veya avazı çıktığı kadar tekbir ve tehliller getirmesidir. Fakat kurbanın sesi başkalarınca duyulmamalıdır. Tam da bu noktada Ankaralı Turgut devreye giriyordu. Nezarethanede gözaltında bulunanlara, teypten yüksek sesle Ankaralı Turgut dinlettiriliyordu: “Kerize bak kerize, şalvarla giriyor denize”.
Ankaralı Turgut'un bir suçu yok; ama o süreci yaşayanlar bir daha asla O'nu dinleyemiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.