Aynur SÜLÜN
28 Şubat’ın Ardından...
90'lı yıllar hidayete erenlerin sayısının gün geçtikçe arttığı, mücadele ruhunun dorukta olduğu yıllardı. Tüm başörtülülerle aynı sevda uğruna saf saf olmuştuk. Dilimizde hep aynı ezgilerin nakaratı vardı, başörtümüz bayrağımızdı...
Başörtüsünün ahlaki ve zihni bütünlüğü hakkında çok bilgili değildik. Ama örtünür örtünmez nasıl bir dairenin içine adım attığımızın farkındaydık. En azından başörtüsünün dindarlığın, hayâ ve edebin sembolü olduğu inancındaydık. Örtünün zihni ve ahlaki bütünlüğünü yaşayarak, pratikte öğreniyorduk. Bir başörtülünün hangi hareket ve tavırlardan sakınması, sesine, söylemlerine, bakışlarına dahi ayar vermesi gerektiğini de... Yeni bir kitaba başladığımızda, oradaki bilgileri can havliyle etrafımızdakilerle paylaşıyor, adeta bayraklaştırıyorduk. İyiliği yaymayı, kötülükten sakındırmayı vazife biliyorduk. Hem de hiç kimsenin kınamasından korkmadan, çekinmeden... Hidayet bir nimetti ve bu nimeti paylaşarak çoğaltacağımıza inanıyorduk…
Yasaklar ve baskılar arttıkça inancımıza olan sadakatimiz de artıyor, kendimizi adeta Mekke döneminin o çileli atmosferindeymiş gibi hissediyorduk. Bir yandan eğitim için başımızı açabileceğimiz fetvasını veren hocalar, diğer yandan meslek uğruna açılmamız için baskı yapan ailemiz ve akrabalarımız, ikna etmeye çalışan öğretmenler... Ve ayağımıza serilen dünyevi menfaatler, vaatler, teklifler... Dört bir taraftan köşeye sıkıştırılmış olsak da içimiz İslam'a teslim olmanın huzuru içindeydi. "Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz ben yine bu davadan vazgeçmem" diyen Resulullah'ın mücadelesi, kumların üzerinde "Ehad, ehad" diyen Hz. Bilalin azmi, cesaret ve azmimizi artırıyordu. Acılar bizi gün geçtikçe daha fazla biliyor, daha fazla bağlanıyorduk başörtümüze. Çünkü biliyorduk ki biz sadece başörtüsü kavgası vermiyorduk. Müslüman bir toplumun değerlerinin kavgasını veriyorduk.
Okul okumaktaki amacımız emri bil maruf nehyi anil münker vazifesini yapmaktı. Kamusal alanın seküler ruhunu kendi değerlerimizle yeniden dönüştürmekti. Değerlerinden kopartılan toplumu değerlerine kavuşturmaktı.
O dönemlerde laikçi medya, başörtü yasaklarını meşrulaştırmak için sürekli sahte gerekçeler üretiyor, kirli bir algı yürütüyordu. Kendilerini hiçbir zaman bu topluma ait hissetmeyen, topluma tepeden bakan sözde aydınlar tarafından başörtüsüyle alakalı birçok iddia ileri sürülüyordu. Bir iddiaya göre Anadolu kadınının örtünme şekli tülbentmiş, yazmaymış. Omuzlardan sarkan, boyunu kuşatan, iyice sabitlensin diye iğnelenen başörtüsü bu ülkeye ait değilmiş. Bu örtünme şekli Arabistan ve İran bağlantılı olanların ve oradan fonlananların siyasi amaçlarla taktıkları türbanmış. Bu tür iddialarla topluma "Bu türbanlılar sizden değil, sakın destek vermeyin, kız çocuklarınızı bunlardan uzak tutun" mesajı veriliyordu.
28 Şubat Post Modern darbesiyle başörtülülere karşı algı operasyonları, yasaklar, zulümler katmerleşti. Yıllar sonra gün geldi yasaklar kalktı. Kimimiz evlenip ev hanımı olarak kalmayı tercih etti, kimimiz mesleğine, kimimiz okuluna döndü. Kimimiz de siyasi partilerde milletvekilliğine kadar çeşitli kademelerde yer aldı. Peki ya sonrasında ne oldu? Bir zamanlar uğruna canımızı ortaya kattığımız yüce ideallerin şimdi neresindeyiz? Yıllarca başörtü meselesine kilitlenip durduk. O durduğumuz yerden bir adım ilerleyebildik mi? Yoksa halen laik kesimin hakkımızda oluşturduğu kötü imajı bertaraf etmekle mi uğraşıyoruz? Yobaz olmadığımızı, kendilerinden bir farkımız olmadığını ispatlama gayreti bizi hangi noktaya getirdi?
Elimize geçen makamlarda 28 Şubat zihniyetine karşı durabilecek, donanımlı, kendi değerlerine bağlı bir İslam gençliği yetiştirmek için projeler üretebildik mi? Bu ülke çocuklarının zihinleri Kemalist eğitimle çürümeye bırakılırken, onlar adına neler yaptık? Gençler arasında yayılan ateizm, deizm, cinsel sapkınlık gibi akımlara karşı nasıl bir endişe taşıyoruz?
İstanbul Sözleşmesi yüzünden aileler dağılırken, kadın cinayetleri artarken, genç evliler cezalandırılırken aile yapımıza yönelik İslam referanslı çözümlerimiz var mı? Yoksa mesleki kariyerimizi kaybetmemek için İslam’ın ilkelerine sahip çıkmaktan korkar hale mi geldik?
Başı örtülü olduğu halde tehlikeli dünyaların kıyısında dolaşan genç kızların vahim hali içimizi yakıyor mu? Uğruna nice bedeller ödediğimiz başörtüsünün yozlaşmasında bizim de sorumluluğumuz yok mu? Başörtümüz eskisi gibi hayâ ve edebi mi temsil ediyor, yoksa israf ve gösterişi mi?
28 Şubat’ın başörtü mağdurları olarak, tüm bu ve daha fazla soruları kendimize sorup, bir öz eleştiri yapmak durumundayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.