Yusuf ARİFOĞLU
Adalet dileyene göre değil, kendisidir
Bu hafta itibarıyla TBMM çalışmalarına başladı. ‘Ekonomik durum, dış ilişkiler ve MHP'nin af tasarısı gündemdeki önemli konular olarak önümüzde durmaktadır. Ülkemizde bir asırdan bu yana yönetim açısından bir adalet ve güven sorunu var. Seküler ve ulusalcı bir bakış, devleti her zaman merkeze almış ve bir dokunulmazlık zırhına büründürmüştür. Sisteme, devlete ve mevcut iktidara yönelik tüm eleştiri ve faaliyetler-velev ki doğru, haklı da olsa- devlet aleyhinde görülmüş. Bu kategoride yer alan insanlar çoğunlukla masum, haklı ve toplumda kabul gören insanlar olmasına rağmen mağdur edilmiş, cüzzamlı muamelesine tabi tutulmuş. Deliller lehine olduğu halde ya darağacı ya zindan ya hicret ya da hak mahrumiyeti payına düşer olmuş.
28 Şubat'ın mağrurları estirdikleri terörle şu an sanık sandalyesinde oturuyorlar; ama ilginçtir onların mağdur ettikleri, çeşitli komplolarla suçladıkları Yusufiler de aynı suçlamayla hala zindandalar.
Sol ve laik iktidarların mağduru olan bu insanlar ve muhafazakâr kişiler bazında Müslümanlığı yaşayan bir iktidarda dahi hala mağdurlar. Zindanlarda 25. yılını dolduranlar bile var. Kendilerinin suçsuzluğu herkesçe bilinen bu güzel ve mümin insanlar, kimseye minnet etmiyorlar, ‘af' diye bir başa kakmayı da istemiyorlar. Onlar sadece ‘yeniden yargılama' hakkı istiyorlar. Yani, ‘adalet meydanı'na davet ediyorlar.
FETÖ kararlarının yanlılığı, dış güçlerin aymaz tutumları, başkanlık sisteminin artısı gibi bilinen gerçekler ışığında sürekli ‘yargı bağımsızlığına' vurgu yapan siz değil misiniz?
Sizin yargınız, sizi MHP'nin dolmuşuna bindirip insanları mağdur eden ‘hırsız, arsız, tefeci, gaspçı, mafyavari ve ahlaksız' insanlara bir af/ceza indirimi çıkarmaya sevk ediyorsa etiketiniz olan ‘adalet' nasıl tecelli edecek?
Af yetkisi sizin de bildiğiniz gibi mağdur edilen, haksızlığa uğrayan, vebaline girilen kişi veya oluşumlara aittir. Devlet, ancak kendine karşı işlenen suçları affedebilir. Devlete karşı işlenen suçlar veya suç(!) kılıfına büründürülen girişimler af kapsamına alınmayacaksa kendi merhametsizliği ve acımasızlığını başkalarının merhametlisi olarak kılıflamak bir utanç değil midir?
Aşağıda anlatacağımız hikâye güç ve iktidar sahiplerinin bu ve benzeri adaletsizliklerine güzel bir örnektir. Herkes bir şekilde işini kılıfına uydurdukça, ülkenin temel taşlarından biri olan adalet yerinden sökülmüş olacak. Ders olması ve alınması umuduyla birlikte okuyalım:
“Çok eskilerde deri işi ile uğraşanlar derilerini balya haline getirip avlulu evlerinde depo ederlerdi. O tarihlerde adamın biri bütün derilerini evinde balyalar halinde muhafaza ediyormuş. Kış şartları çok ağırmış ve her taraf karla kaplıymış. Hırsızın biri, bir gece gizlice adamın evine girer, amacı ev sahibinin derilerini çalmaktır. Taşıyabileceği kadar deri balyasını önce depodan avluya taşır. Oradan da sokak kapısını açarak evin dışına çıkarır ve kar üstünde sürükleyerek çeker götürür. Sabah olup ışık doğuncaya kadar adam birkaç kez bu işlemi tekrarlar ve epey balyayı kendi evine taşımış olur.
Ev sahibi, sabah uyandığında deri deposunun boşalmış olduğunu fark eder. Kardaki izlerden hırsızı bulmanın zor olmadığını anlar. Çünkü deri balyaları kar üzerinde sürüklenerek götürülmüş olduğundan, hırsızın evine kadar sürüp giden bir iz vardır. Adam giyinir ve izleri takip ederek hırsızın evine kadar ulaşır ve kapısını çalar. Hırsız kapıyı açar ve gelene “Buyur ne istiyorsun?'' der. Derilerin sahibi hırsıza “Sen benim derilerimi çalmışsın!” diye çıkışır; ama hırsız baskın çıkmıştır, “Hayır, ben senin derilerini filan çalmadım, iftira ediyorsun!” der.
Deri sahibi hırsıza “Bak izler senin evine kadar geliyor, inkâr etme ve derilerimi ver aksi halde Kadı'ya gidip seni şikâyet edeceğim!'' der. Hırsız da kendinden gayet emin biçimde “Kime şikâyet edersen et, ben deri falan çalmadım'' deyince deri sahibi Kadı'nın yolunu tutar.
Bunu gören hırsız hemen giyinir ve Kadı'ya adamdan önce yetişebilmek için damlardan atlayarak, kısa yolları tercih ederek bir nefeste Kadı'nın huzuruna gelir. Kadı'ya “Kadı Efendi, ben birinin derilerini çaldım, kendisi şimdi yolda beni sana şikâyete geliyor, beni bu işten kurtar!'' diyerek her şeyi anlatır. Kadı hırsıza ben senin işini hallederim; ama bana para vermen lazım diyerek rüşvet talep eder ve hırsız da mecburen bu teklifi kabul eder. Kadı hırsıza “Parayı minderin altına diz, arka kapıdan vız'' diyerek hırsızın oradan uzaklaşmasını ister. Hırsız da arka kapıdan çıkıp gider. Biraz sonra derilerin sahibi Kadı'nın huzuruna varıp her şeyi olduğu gibi anlatır.
Kadı hırsızı kurtarmak için bahane üretmek zorunda olduğundan deri sahibine “Senin deriler ham mıydı, işlenmiş miydi?” diye sorar. Deri sahibi Kadı'ya derilerim “Hamdı, Kadı Efendi!” der. Bu cevabı alan kadı o günün içtihadı sayılan bir kitap açarak suçu ve verilmesi gereken cezayı incelemeye başlar. Biraz okumuş gibi yaptıktan sonra deri sahibine dönerek “Senin deriler ham olduğundan hırsızı cezalandırmam mümkün değil; çünkü kanuna göre deri hırsızlığında suçun cezalandırılması için derilerin işlenmiş olması şartı aranıyor.'' der. Bunu duyan deri sahibinin rengi kaçar ve Kadı'ya “Kadı efendi benim deriler işlenmemişti; ama hepsi mazı'lı idi'' der. Kadı bu cevabı alınca hiddetlenir, çünkü hırsızı kurtarmak ve işi kılıfına uydurmak zorundadır. Deri sahibine elindeki kitabı göstererek “Mazılı muzulu, işte hepsi burda yazılı!'' diyerek hiddetle bağırır ve adamı huzurundan kovar. Adam üzgün, mağdur ve kırgın bir şekilde Kadı'nın huzurunu terk eder, böylece hırsız da kurtulmuştur adalete(!) hesap vermekten.”
Gerçekten kurtulmuş mudur; sanmam! Adaleti(!) kendine göre olanlar elbette “kader mahkûmları” türünden kılıf da bulurlar. Peki, İlahi adaletin tecelli edeceği günde ‘mazlumun ahının bedeli” ve “mızrağını çuvala sığmayacağının” hesabını da yapıyorlar mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.