Ah Şu Babalar Kalbimizin Meyveleri
“Aptal oğlum! Geri zekâlı mısın sen? Bir saattir söylüyorum. Hâlâ anlamadın mı? Defol odana!”
“Aptal oğlum! Geri zekâlı mısın sen? Bir saattir söylüyorum. Hâlâ anlamadın mı? Defol odana!”
Öfkeden gözleri kararmıştı Yasin Bey’in. Odadan çıkan sekiz yaşındaki oğlunun ardından bakakaldı. “Bu çocuk…” dedi kendi kendine “Neden bu kadar aptal? O kadar uğraşmama rağmen inadına direniyor, sanki. El âlemin çocukları Kur’an okuyor, namaz kılıyor, benimki hâlâ elifbayı sökemedi.”
İçeri giren hanımı söylenenleri mutfaktan duymuştu. Kocasına baktı. Yine her zamanki manzara duruyordu karşısında. Kocası her akşam iş dönüşü oğlunu yanına oturtuyordu. Önce sıcak bir şekilde başlayan baba-oğul ilişkisi, sıra elifbaya gelince tufana dönüşüyordu.
Yasin Bey sabırsız ve çabuk öfkelenen bir karaktere sahipti. Öfkelendiğinde gözleri kararıyor, karşısındakinin bir çocuk olduğunu unutuyordu. Bu akşam aynı manzara yine tekrarlanmıştı.
Hanımının bakışlarını üzerinde hissetti. Başını kaldırdı. Karşısında duran hanımının gözlerinden yanlış yaptığı okudu. Aldırmaz görünmeye çalıştı. Sobanın üzerinde sıcak su dolu kabı alan hanımı, hiçbir şey söylemeden mutfağa yöneldi.
Ertesi sabah işe giderken gece boyunca gördüğü rüyaları hatırladı, Yasin Bey. Adeta kabuslar yaşamıştı tüm gece. Kuzguni bir karanlık içinde girdaba tutulmuş gibi yuvarlanıyordu. Uzattığı elini tutan gâh hanımı, gâh oğlu oluyordu. Ansızın bir gül gördü. Kökü kalbinde olan kıpkırmızı bir ören gülü… Kalbin meyvesi… Ortalık sütliman olmuş, durulmuştu. Güle baktı. Hayret, oğlunun siması yansımıştı güle. Ne güzeldi!
“Acaba” diye düşündü, “Oğluma çok mu yükleniyorum? Yoksa haksızlık mı ediyorum? Ama herkesin çocuğu birçok şeyi öğreniyor. Onun da öğrenmesi lazım. Ona karşı sorumluluğumu yerine getirmeli, onu iyi bir Müslüman olarak yetiştirmeliyim.”
Öğleye doğru o günün Cuma olduğunu hatırladı. Saatine baktı. Namaz vaktine henüz bir saat vardı. Biraz erken gitmek için niyetlendi. Elindeki yıldız uçlu tornavidayı yere bıraktı. Tamirini yaptığı otomobilin kırılan farının son vidasını dahi takmadı. Üzerini değiştirip işyerinden ayrıldı.
Yasin Bey ezan sesini duyar duymaz elindeki her türlü işi bırakmayı alışkanlık edinmiş biriydi. Namazı ertelemez, mutlaka ezanı müteakiben kılmaya çalışırdı. Fırsatını bulup işyerine yakın olan mescide sık sık gider, her gün en az bir vakit namazını cemaatle eda ederdi.
Bu küçük mescidin özü doğru, sözü doğru, siması nurlu salih bir hocası vardı. Her cumayı bu mescitte kılmak, hocanın nasihatlerinden istifade etmek onun vazgeçilmezlerindendi.
Ayakkabılarını girişteki raflara koyarak usulca içeri süzüldü. Sağ tarafa yönelip kimseyi rahatsız etmeden boş bulduğu bir yerde hafifçe iki rekât tahiyyetül mescid kıldı. Selam verirken kulaklarında yankılanan hocanın vaazını dinlemeye koyuldu:
“Muhterem cemaat! Size bir meyveden bahsetmek istiyorum. Nazenin ve nazlı bir meyveden… Görüldüğünde gözlerin güldüğü, gönüllerin son derece asude bir hale büründüğü bir meyveden… Kalbin meyvesinden… Evet! Kalbimizin meyvesi olan çocuklarımızdan bahsetmek istiyorum. Allah’ın Resulü (aleyhissalatu vesselam) Efendimiz ‘Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz…’ diyerek çocuklarımıza karşı mesuliyetimizin boyutunu ifade buyurmuştur. Kimimiz bu sorumluluğun farkında olmazken, kimimiz de zaman zaman yanlış tutumlarla mesuliyetini yerine getirmeye çalışır. Kızarak, köpürerek, öfkelenerek, hatta ve hatta döverek çocuğun yola getirilmeye çalışılması gibi terbiye ve eğitime aykırı davranışlardan sakınmakta fayda vardır. Zira Allah’ın Resulü Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselatu vesselam) bu terbiye ve eğitim şeklini asla tasvip etmemiş, buna karşı durmuştur. Şefkatle ve sabırla çocuklara muamelede bulunmuş, güzellikle ve merhametle iyi bir terbiye ve ahlak aşılamaya çalışmıştır. Hazreti Hasan ve Hüseyin, işte bu terbiyenin seçkin meyveleridir. Dolayısıyla unutmayalım ki, karşımızda bir yetişkin yahut yaşıtımız olan biri bulunmamaktadır. Karşımızda olan 8–9 yaşlarındaki bir çocuktur. Öyleyse öğretirken, terbiye aşılarken sabır taşı misali, gergef örer gibi, ilmek ilmek çocuğu dokumak, eğitmek gerek... Bu gerçeğe binaen bir yetişkinden beklediğimiz tavırları çocuktan beklemek yanlış bir eğitim, yanlış bir terbiye metodudur. “Etme oğlum, yapma oğlum, gitme oğlum!” gibi emirvari sözcüklerle onu çocukluğundan sakındırmak, oyunundan alıkoymak, aklı dışarıda iken dersiyle meşgul etmek iyi bir eğitim, iyi bir terbiye metodu olamaz. Hatta aşırı yüklenmek ters tepki doğurabilir. Bu doğrultuda namaza, Kur’an öğrenmeye ve iyi amellere karşı içine öfke yüklü bir nefret yerleştirir de bunun farkında bile olmayabiliriz…”
“Aman Allah’ım!” dedi Yasin Bey. Hoca kendisini mi anlatıyordu ne? Biri, oğluna karşı takındığı tutumunu mu anlatmıştı hocaya? “Yok, canım!” dedi kendi kendine. “Nereden bilecekti ki hoca? Bir rastlantı olmalı.”
Ama söylenenler doğruydu. Gözlerinin önüne bir an oğlu geldi. Başını önüne eğmiş, sesini kısmış, dokunsan ağlayacak gibi melül, mahzun ve masumaneydi. Büyük haksızlıklar etmişti oğluna. Ondan, hocanın dediği gibi bir yetişkinin tavırlarını beklemiş; onunla adeta yaşıtıymış gibi muamelede bulunmuştu.
Kaç defa söz vermişti, kendi kendine. Artık bağırmayacak, öfkelenmeyecekti. Ama kahrolası öfkesini dizginleyemiyor, çığırından çıkıyordu. Vicdan muhasebesi içinde bocalarken okunan ezanla kendine geldi.
Akşam eve vardığında kapıda neşeyle karşılandı. Hanımı ve oğlunun gözlerinde mutluluk ışıltıları parlıyordu. Yemek hazırlanırken annesine yardım eden oğluna baktı. Sofraya oturduklarında oğlunun hafifçe besmele çektiğini duydu. Ona sezdirmeden mutlu bir yürekle kendisini süzdü.
Yemekten sonra oğlunu karşısına aldı. O gün okulda neler yaptığını, ne işlediklerini sordu. Şakalaştı oğluyla.
Sıra elifba dersini almaya geldiğinde gayri ihtiyari hanımına baktı. Gözlerinde bir ceylanın endişesi ve telaşını okudu. Oğluna yöneldi.
“Oğlum!” dedi. “Haydi, dünkü dersini oku!”
Çocuk, bir-iki kelime okuduktan sonra takılınca durdu. Yasin Bey önce yardımcı oldu. Kızıp köpürmedi. Fakat çocuk heyecanlanmış, bir türlü okuyamıyordu. Yasin Bey, birkaç defa sabırla tekrar tekrar oğluna yardımcı oldu. Ondan da dersini dinleyerek yanlışlarını düzeltmeye çalıştı. Verdiği yeni dersinde de aynı sabrı gösterdi. Oğlunun dersini tekrarlatarak dinliyordu. Aksilik bu ya! Çocuk hep aynı yerde aynı harfe takılıyor, “elif” harfini telaffuz edecekken “ayn” diyordu. Dördüncü, beşinci derken altıncı tekrarda ikazlara rağmen yine aynı hatayı yapınca Yasin Bey’in tepesi attı. O gün muhafaza etmeye çalıştığı iyi niyetini, hocanın vaazlarını unutup bağırmaya başladı.
“Aptal oğlum! Kaç defadır söylüyorum. Bu harf eliftir, ayn değil. Neden karıştırıyorsun? Geri zekâlı mısın sen?”
Çocuk korkudan büzülmüş, iki büklüm olmuştu. Oğlunun bu haline rağmen öfkesini yenemeyen Yasin Bey:
“Doğruca odana git! Gözüm görmesin seni!” diye sertçe bağırdı.
Çocuk yerinden doğruldu. Elindeki elifbasıyla kapıya kadar yürüdü. Geri dönüp babasına baktı. Ansızın hızlıca babasına yaklaştı. Yasin Bey ne olup bittiğini anlamadan oğlunun küçük kollarını boynuna dolanmış gördü. Her iki yanağına birer öpücük konduran oğlu gülümsüyordu. Ardından hiç beklemediği bir çift söz, ok gibi yüreğine saplandı:
“Seni seviyorum baba!”
Hemencik odadan çıkan oğlunun arkasından bakarken yüreğinden bir şeylerin koptuğunu hissetti. Hiç böylesine utandığını hatırlamıyordu. Masum bir sevginin hücumu karşısında öfkesi, teslim bayrağını çekti. Bir daha öfke seline kapılmayacağına dair kendi kendine sağlam bir söz verirken, yanaklarından, sözünü perçinleyen gözyaşları boşalıyordu.
“Ey kalbimin meyvesi!” dedi, “Affet babanı! Baban da seni çok seviyor!”
İnzar Dergisi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.