Allah’a mutmain olarak kulluk etmeyenler
İnsanlardan kimisi, Allah’a bir kenardan / mutmain olmayarak kulluk eder. Eğer ona bir iyilik isabet ederse onunla mutmain olur. Fakat kendisine bir kötülük isabet ederse yüzüstü döner. O, dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte bu apaçık bir hüsrandır.
“İnsanlardan kimisi, Allah’a bir kenardan / mutmain olmayarak kulluk eder. Eğer ona bir iyilik isabet ederse onunla mutmain olur. Fakat kendisine bir kötülük isabet ederse yüzüstü döner. O, dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte bu apaçık bir hüsrandır.” [1]
Allah(cc)’a iman, kayıtsız ve şartsız teslimiyeti gerektirir. İman konusunda pazarlık söz konusu olamaz. Allah(cc)’ın şeriatının bir kısmını tercih edip bir kısmını tercih etmeme, bir bölümünü kabul edip diğer bölümünü de kabul etmeme gibi bir durum söz konusu değildir. İnsanın menfaatine veya gündelik yaşantısına zarar vermediği ölçüde kabul edip, zarar veren tarafı da kabul etmemek akideye ters düşer. Akide / iman, her hal ü kârda Allah(cc)’a ve Onun yüce dini olan İslam’a hakkıyla inanmayı ve bütünüyle teslim olmayı gerektirir. Bu konuyla ilgili olarak yüce Mevla’mız şöyle buyurur: “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakları yoktur” [2]
Her Müslüman yakinen bilir ve inanır ki, İslam dini Rabbimiz tarafından en kâmil manada tamamlanmış, en ufak bir eksiklik bırakılmamış ve kıyamete kadar da muhafazasını üzerine almıştır. Resulullah(sav) da İslam’ın gerek ibadi ve gerekse de muamelat konularını bizatihi yaşamış, Müslümanlara göstermiş, uygulatmış ve teferruatına kadar öğretmiştir. Hatta hane-i saadetindeki mahrem uygulamalarını dahi, Müslümanlara örnek olsun diye ya kendisi ya da ehl-i beyti tarafından açıklanmıştır. Hayatımız için lazım olan en ince teferruatları dahi Resulullah(sav)’ın uygulamalarında ve tatbikatında rahat bir şekilde görme ve öğrenme imkânımız vardır.
Art niyetli ve habis anlayışlı insanların dışında hiç kimse, hayatında karşılaştığı müşkülat konusunda hal çaresini İslam’da bulamadığını iddia edememiştir ve bundan sonra da edemeyecektir. Zira her şeyin çaresi İslam’da mevcuttur. Âlimlerimiz ve dini önderlerimiz, sorunlarımızı İslam’ın sınırları içerisinde çözmüş ve böylece Müslümanlar dünya ve ahiret mutluluklarını yakalamışlardır.
İslam’ın geldiği dönemde dünyanın durumunu ve gidişatını göz önünde bulundurursak o günün dünyasına Tevhid inancını ve adalet anlayışını / sistemini oturtan ve yerkürenin büyük bir bölümüne, bu hakkaniyet esası üzerine kurulan sistemi uygulayan ve en kâmil manada adalet devletini tesis eden İslamın, elbette bugün ve yarın da bütün insanlığın hayatında hükümferma olması pekâlâ mümkündür. İslam Rabbimizin müjdesi ile: “… Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak da sizin için İslam’a razı oldum…” ([3]) En kâmil şekle gelmiş ve insanların dünya ve ahiretlerini kurtarmaya namzet olmuştur.
Ayeti kerimede görüldüğü üzere din bütünüyle tamamlanmış, Resulullah(sav) tarafından tebliğ edilip uygulanmış ve insanların hayatında da mükemmel manada tatbik edilip adaletin, hakkın, hukukun, eşitliğin ve huzurun eşsiz bir modeli oluşturulmuştur. Bununla beraber yüce İslam nizamının Rabbani ve ilahi menşe’li olduğu ve yedullah’ın bu işin içinde olduğu bir hakikat iken, bütün bu eşsiz özelliklerle beraber şu an yeryüzünde bir buçuk milyar aşkın dinamik, enerjik ve büyük oranda genç nüfuslu bir mensup kitlesi bulunmasıyla beraber, İslam ümmetinin içinde bulunduğu bugünkü durumu niye İslam’ın bu yüce ruhunu yansıtamıyor?
Bu sorunun cevabının bulmak için fazla detaylara ve uzun araştırmalara girmeden, konumuzun başına aldığımız Hac suresi 11. ayetinde görmek mümkündür. “İnsanlardan kimisi, Allah’a bir kenardan / mutmain olmayarak kulluk eder. Eğer ona bir iyilik isabet ederse onunla mutmain olur, fakat kendisine bir kötülük isabet ederse yüzüstü döner…” işte bizim bu hale gelişimizin sebebi, ayet-i kerimede cevabını bulan durumdan kaynaklanmaktadır. Rahat ortam ve şartlarda gayet mutmain olan, İslam’dan ve İslami hayattan razı olan, İslam’ı öven ve Müslümanlarla beraber olmaktan gayet memnun görünen, hatta İslami topluluk / cemaatte yerini belli etmek için bayağı sempatik davranışlar ve ameller sergileyen insanlar, tehlike ve musibetler belirdiğinde ise üç yüz altmış derecelik bir açı ile dönüş yapan, İslam’a olan sadakatten eser bırakmayan, hatta vaziyetini kurtarma ve kendince belayı defetme adına İslam’a ve Müslümanlara her türlü zarar ve sıkıntıyı vermekte hiçbir beis görmeyen insanlardan kaynaklandığı, hatta bu tip insanların İslam düşmanlarını daha bir cüretlendirdikleri ve onları daha bir azgınlaştırdıkları su götürmez bir gerçektir. Güya tehlikelerden ve belalardan korunmak ve sahip oldukları dünyalıklarını muhafaza etmek için İslam’ı ve İslam’ın mukaddesatını feda etmişlerdir. Oysa gerçek tehlike ve asıl musibet cehennemdir. Aslında bu tür insanların asıl meseleleri ve gerçek problemleri akidevidir. Her ne kadar iman ettiklerini iddia etseler ve iman ettikleri görüntüsünü vermeye çalışsalar da, hakikat hiç de iddia ettikleri gibi değildir. Çünkü onlar imanla itmi’nan olmamışlar ve imanlarında karar kılmamışlardır. Gerçekten ahirete iman eden, Allah’a ve Ona hesap vermeye inanan, cehenneme gerçekten yakin getiren bir insanın cehenneme götürecek amellere tevessül etmesi mümkün değildir.
Yaşadığımız toplumda yaşayan Müslümanların, hem de hassasiyet sahibi görünen kimselerin hali gerçekten ibret vericidir. Küfrün ve tuğyanın askerleri bütün dünyayı sarmışken, Müslümanım diyen insanların hâlâ dünyevi kaygılarla oyalanması ve İslam uğruna başa gelecek sıkıntılardan ürkmesi hakikaten iman ehline yakışmayan bir durumdur. Rabbimiz bu konuda ne güzel hatırlatmada bulunmaktadır: “Düşmanınız olan kavmi aramakta (onları takip etmekte) gevşeklik göstermeyin! Eğer siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan onların ümit etmeyecekleri şeyleri umuyorsunuz! Allah, hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.” ([4]) Kâfirlerin dünyadan başka hiçbir umut ve beklentileri olmadığı halde temelsiz sistemleri uğruna canlarını feda ederelerken müslümanın önünde ebed-ül abad bir hayat ve o hayattaki Firdevs, Adn ve Me’va cennetleri olduğu halde ve İslam dini gibi bir din uğruna mücadele ettikleri halde çekingen davranmaları asla kabul edilemez.
Bir süre önce Afrika’nın bir ülkesinden İstanbul’a gelen bir Müslümanla gazetecinin biri röportaj yapmıştı. Kendisine “Türkiye’yi nasıl gördüğü” sorulmuştu. O da: “Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştığını duymuştum, fakat Müslüman bir toplumun bu hale geleceğini asla tahayyül etmemiştim, çok üzüldüm” gibi sözlerle duygularını ifade etmişti. Gerçi oluşan manzarayı her daim müşahede ediyoruz, ne halde olduğumuzu fark ediyoruz da, dışardan gelen bir Müslümanın mevcut manzara karşısında dehşete kapılması içinde bulunduğumuz durumu daha iyi izah ediyor.
Benim kanaatime göre yeryüzünün en mahrum ve zavallı Müslümanları, coğrafyamızda yaşayan Müslümanlardır. Bizim kendi zavallılığımızı idrak edemeyişimiz de bu vahameti katbekat artırıyor. Toplantı salonlarında ve rahat ortamlarda naralar savuranlar, ufuk ötesinde bir tehlike işareti belirdiğinde hemen pozisyon değiştirenlerle, bu dava bir arpa boyu kadar mesafe alamaz. Her Müslümanın, şu an geldiğimiz noktayı iyi değerlendirmesi ve kendisine ciddi bir şekilde çeki düzen vermesi gerekir. Şu gerçeğin altını kalın çizgiyle çizmek istiyorum: Eğer ruhen ve bedenen İslam’ın bizden istediği fedakarlığı verebiliyor ve kendimizi buna müsait kılmışsak, dava ile ilgili iddiamızda samimi ve haklıyız, eğer müsait olmamışsak mutlaka kendimizi bu duruma getirmek için hayır ve hasenelerimizi daha bir artırmamız gerekir. İslam düşmanları da bu halimizi iyi bildikleri için gazete, dergi, tv. ve diğer platformlarda çok rahat ve hiç endişe duymaksızın İslam’ımıza ve mukaddesatımıza saldırıyor ve tahkir edebiliyorlar. Yazılarıyla, şiirleriyle, çizimleriyle İslam’a ve Müslümanlara her türlü hakareti yapabiliyorlar. Hatta dışarıdaki kâfirler de, yerli mülhitlerden cesaret alıp onlar da İslam’a saldırmaya ve İslam’ı tahkir etmeye yelteniyorlar. Global küfür, fütursuzca her cepheden saldırıya geçmiştir.
Müslümanlar olarak daha büyük fedakârlıklarda bulunmamız gerekiyor. İslam mahkûm iken, Kur’an prangalanmış iken ve Müslümanlara dünya zindan edilmiş iken hassasiyet sahibi Müslümanın endişeden uzak rahat uyuması Müslümanın hamiyeti ve izzetiyle bağdaşmaz.
Bir muallimin duasıyla konumuzu noktalamak istiyorum. “Allahım! Sen biliyorsun ki bu kalpler sana olan muhabbet, kitabının hâkimiyeti ve Resulünün sünnetine ittiba için toplanıp bir araya gelmişlerdir. Allah’ım! Bu kalplerin iyiliklerini artır, aralarında ülfet oluştur ve düşmanlarına karşı da onlara nusret lutfet. Âmin ya Rabbel Âlemin!”
İnzar Dergisi
[1] Hac Suresi: 22/11
[2] Ahzab Suresi: 33 / 36
[3] Maide Suresi: 5 / 3
[4] Nisa Suresi: 4 / 104
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.