Ashab-ı Kehf  ve Diriliş Mucizesi

Ashab-ı Kehf ve Diriliş Mucizesi

Güneş doğduğunda mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında ise onları sol yandan keser geçerdi. Onlar da mağaranın geniş boşluğunda idiler. Bu Allah’ın ayetlerindendir…

Kehf veya mağara… İnsan eli değmemiş tabii ve esrarengiz yapılar… Yüce Allah’ın sanat ve haşmetinin kolaylıkla hissedilebildiği, şehir gürültüsü ve saray debdebelerinden uzak sükunet mekanları… Birçok enbiya, evliya ve mütefekkirin uzletgahı, ibadethanesi, eğitim yeri mağaralar… Kıymetini bilenleri ve kendilerine sığınanları ana şefkatiyle kucaklayan, doğasına ve özüne dönüşün adresi mağaralar.

Onlardan bazısı sanatkarının hususi şereflendirmesine mazhar olmuş. Kutsiyet kesbetmiş. Evvel ve ahirdeki insanların teveccüh odağı, ilham membaı olmuştur. Mekke’nin Hira’sı gibi. Başlangıçta herhangi bir özelliği olmayan tipik bir mağara iken, sonradan Kainatın Efendisinin tefekkürhanesi, olgunlaşma mektebi, bilahare; “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin yüksek kerem sahibidir. O, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir…” (Alak:1-5) sözleriyle başlayan ilahi vahyin ilk tecelligahı olmuştu. Tarihin yeniden yazılması, insanlık kötü gidişatının değişmesi için başlangıç noktası Hira olmuştu. İnsanlığın önderi yüce vazife ile orada vazifelenmiş, Hak ile batıl arasındaki savaşın kaderi orada değişmişti. Saadet asrının güneşi ilk kez Hira’da doğmuştu.

İşte sanatkarının özel lütfuna mazhar olan mağaralardan biri de, batınında büyük bir mucizenin tahakkuk ettiği Ashab-ı Kehf mağarasıdır. Bu mağara, imanlarını muhafaza etmek için zamanlarının zalimlerinden kaçan ve “Ashab-ı Kehf” namıyla meşhur olan gençlere barınak olmuş ve bu gençler üzerinde gerçekleşen büyük diriliş mucizesinin gerçekleştiği yer olarak tarihe geçmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ışığında kıssalarını anlatacağımız imanlı gençlerin nurlandırdığı bu mağaranın bulunduğu yer hakkında ihtilaf edilmiştir. Mağaranın yeryüzünün neresinde olduğu, mucizenin hangi toprak parçası üzerinde gerçekleştiği o kadar önemli olmamakla beraber biz bazı görüşlere burada yer vereceğiz:

İbn-i Abbas, buranın Kudüs yakınlarında bir yer olduğunu söylerken, İbn-i İshak mağaranın Ninova yakınlarında bulunduğunu ifade eder. Bazıları Anadolu’da olduğunu, diğer bazıları da Efes’te olduğunu söylemişlerdir. Olayın vuku bulduğu yeri en iyi bilen Allah’tır. Eğer bu konuda dinimiz için bir maslahat söz konusu olsaydı, Allah ve Resulü onu bize bildirirlerdi. Nitekim Allah Resulü (as): “Sizi cennete yaklaştırıp cehennemden uzaklaştıran her şeyi size öğrettim” diye buyurmuşlardır.

Ashab-ı Kehf kıssasına sahne olan mekan hakkında ihtilaf edildiği gibi olayın cereyan ettiği zaman dilimi üzerinde de ihtilaf edilmiştir. İslam alimleri bu konuda farklı görüşler beyan etmişlerdir.

Yahudilerin bu meseleyi Allah Resulü (as)’ne sual ettiğine dayanan bazıları bu olayın Hz. Musa (as)’dan önce geçtiğini, Hz. Musa (as)’ın Tevrat’ta Ashab-ı Kehf’i zikrettiğini  ileri sürmüşlerdir.

Kimilerine göre Ashab-ı Kehf, mağaraya Hz. İsa (as)’dan önce girmiştir. Hz. İsa (as) hak dini tebliğ sürecinde bunlardan bahsetmiştir. Sonra Ashab-ı Kehf, Hz. İsa (as) ile Allah Resulü (as) zamanını arasında uykudan uyanmışlardır.

Muhammed İbn-i İshak’tan gelen görüşe göre ise, bu gençler Hz. İsa (as)’dan sonra onun dinine tabi olmuş, mağaraya girişleri de bu dönemde olmuştur. Yine en iyisini Allah bilir.

Ashab-ı Kehf… Veya mağara arkadaşları… Allah’a iman ve bağlılıktaki samimiyetleriyle ilahi lütuf ve ikrama mazhar olup “Haşrın ispatı” yönünde tahakkuk eden büyük mucizenin şerefli fertleri.

Hayvanlığın düşük derecelerinde yer alan bir köpeğin dahi kendileriyle birlikte olma adına büyük bir şerefe nail olduğu kıymetli dostlar. Kıyamete kadar dimdik ayakta duracak iman abidesi Ashab-ı Kehf…

Tefsir alimlerinin bir çoğunun bildirdiğine göre bu gençler kralların soyundan ve kavimlerinin seçkinlerinden idi. Zamanın hak dininden ve peygamberlerin yolundan sapan kavimleri, kendi zihni yapılarının mahsulü olan ve elleriyle inşa ettikleri putlara tapar, onlara ibadet eder ve onlar adına kurban keserlerdi. Kavmin diğer adet ve gelenekleri de bu sapık düşünceye göre şekillenirdi.

Anlatıldığına göre, kavmin her yıl bayram törenleri için çıktıkları bir yortu yeri vardır. Yılın belirli zamanında, şehrin dışında burada toplanır, putlara ibadet ve kurban merasimlerinde bulunurlar. Kavmin zalim ve zorba hükümdarı halkı bu yortulara zorla sevk ve teşvik eder. Yine böyle bir bayramda kavimlerinin yaptıklarının yanlış  ve manasız olduğunu basiret gözüyle gören ve putlardan tiksinen gençler, teker teker kavimlerinden uzaklaşırlar. Zira onlar, insanların kendi elleriyle yaptıkları şeylerin ilah olamayacağını, insanların ilahının yerin ve göğün Rabbi olan bir tek ilah olduğuna inanıyorlardı. Daha sonra bir vesileyle bir araya gelen gençler, birbirlerine imanlarını izhar ederek kendilerine dosdoğru yolu gösteren Rablerine hamd eder, ibadet için yer edinirler.

Yüce Allah (cc), bu gençlerin hidayetlerinden Kur’an-ı Kerim’de şöyle bahseder:

“Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi: “Rabbimiz; göklerin ve yerin Rabbidir, O’nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz, Allah’ı bırakıp O’ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?” (Kehf: 13-15)

Kur’an-ı Kerim’de onlara “Gençler” olarak vurgu yapılmıştır. Anlaşılan o ki, onlar; kendi zamanlarındaki dünyaya hırslı, imani konularda ise bir takım bidalara saplanıp kalmış, bunlara inanç ve bağlılık yönünde kalıplaşmış ihtiyar ve yaşlılardan, dosdoğru iman ve istikamete daha layık görülmüşlerdir.

Bu gerçek ile tekerrürden ibaret olan tarihin birçok kesitinde karşılaşmak mümkündür. Anlayış ve aktivite olarak gençler, iman davasını tebliğ eden peygamber ve davetçilere ittibada daha duyarlı ve sorumlu davranmış, Hak davanın öncüleri etrafında adeta kenetlenmişlerdir. Nitekim kamil dinin mübelliği Efendimizin (as) kaldırdığı kutsi bayrağın altında da tarihe şan veren ve nesillere meşale olan birçok genç yiğit toplanmış; Hz. Resulullah (as)’a Ashab, ümmetine öncü ve yıldız olma gibi büyük bir şerefe nail olmuşlardır.

Nihayet kavimleri bu gençlerin durumunu öğrenince, onları hükümdarlarına şikayet ederler. Hükümdarları onları yanına çağırıp durumları ve yaptıkları hakkında onları sorgular. Bunun üzerine gençler azimeti tercih ederek inançlarını izhar ederler. Zorbalığı ve acımasızlığıyla meşhur hükümdarlarına karşı hakkı haykırmadan geri kalmazlar. Dahası, hükümdarlarını da Yüce Allah’ın dosdoğru yoluna davet ederler.

Ancak netice bellidir. Tarihteki mü’minlerin kaderi Ashab-ı Kehf için de tekerrür eder. Azgın hükümdarın iman etmesi şöyle dursun, Hakka ittiba eden gençleri tehdit ederek, imanlarından vazgeçmelerini emreder. Kavimlerinin işaretini taşıyan kıyafetleri çıkarmalarını ister. Emirlerini yerine getirmeleri, yani eski ve batıl geleneklerine dönmeleri için, gençlere kısa bir mühlet tayin eder ki, bu mühlet dönüşü olmayan hicreti gerçekleştirmek için gençlere bir fırsat olur. Nihayet gençler, bu fırsatı değerlendirerek Rablerinin yardımıyla fitne ateşinden kurtulmaya muvaffak olurlar. Hicret için tercih ettikleri mağara, içinde yüzyıllar boyunca sükunet bulacakları yuva olur.

İman erleri, Yüce Allah’ın lütfü sayesinde hür iradeleriyle yaptıkları bu tercih ile, dönüşü olmayan bir hicreti gerçekleştirmişlerdi. Onların saray çevresinden, (maddi) refah seviyeleri yüksek ailelere mensup olduklarından daha önce bahsetmiştik. İşte bu gençler her açıdan kendilerine gülümseyen ve kucak açan dünyayı ve dünyalığı ellerinin tersiyle itmiş, onun aldatıcı güzelliklerine kanmayıp yüce hakikatleri ve bu hakikatlerin gerektirdiği yaşamı benimsemişlerdi.

Onlar, bu asil hareket ve davranışlarıyla dalaletten hidayete, sefaletten saadete, zahmetten rahmete doğru ilk adım olan büyük hicreti gerçekleştirmiş, yüce makamlara ulaşmada kendilerine ayak bağı olan mal, makam, şöhret ve itibar sahibi kavimlerini terk etmişlerdi. Nitekim Yüce Allah, onların önceden içerisinde bulundukları lüks hayatı, sıkıntı ve darlık; sonradan mekan edindikleri mağarayı ise, rahmet ve genişlik olarak nitelendirmektedir. “… Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin.” (Kehf:16)

İman kafilesinin şehirlerini terk ederek, mağaraya doğru hareket etmeleri, hiçbir zaman basit ve tipik bir kaçış olarak değerlendirilemez. Bu, olsa olsa, karanlıktan nura, azaptan rahmete kaçış olabilir. Hem imanlı gençlerin o dosdoğru ve pak akideleriyle sapıklığın en alçak derekelerinde gezen insanlarla bir arada yaşamaları mümkün değildi. Kavimlerinin eşrafı onlara imanlarıyla beraber yaşama hakkı tanımıyordu. İşte bunun farkında olan gençler, başka bir amaç uğruna değil, sırf imanlarını muhafaza etme pahasına dünya ile bütün alakalarını keserek dünya süs ve ziynetlerinden tamamen mücerret olan, maddiyat itibarıyla yokluk ve mahrumiyet yeri olan, manevi açıdan ise, Rabblerinin rahmetiyle dolu mağarayı mekan edindiler.

Ayrıca gençlerin bu önemli kararlarında Allah-u Teala’ya dayandıklarını, O’nun izni ve rızası doğrultusunda hareket ettiklerini Rabbimizin bildirmesinden anlıyoruz. “… O halde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin. İşinizde kolaylık göstersin” (Kehf:16) demişti onlara.

Rabblerinin yardımı ve yol göstermesi neticesinde kaçmaya muvaffak olup mağaraya gelen gençler, kaçış sürecinin verdiği yorgunluk ve Yüce Allah’ın verdiği ağırlık ile yüzyıllarca sürecek uyku için gözlerini kapatırlar. “Böylece mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (Derin bir uyku verdik)” (Kehf:11)

Kavimleri, kaybolan gençleri araştırır. Hükümdar da peşlerine adam taktırır. Nihayet hükümdara onların bulunamadığı haberi verilir. Yüce Allah, büyük mucizenin inkişaf zamanına kadar onların haberini düşmanlarından saklamıştı. Tıpkı Sevr Mağarası’na sığındığı zaman Peygamberi (as) ve arkadaşı olan Sıddık’ı (ra) sakladığı gibi. Ki, Kureyşli müşrikler takip esnasında mağaranın ağzına kadar geldikleri halde, onları bulamamışlardı. Hz. Ebu Bekir’in; “Ey Allah’ın Resulü, onlardan birisi eğilip baksa, muhakkak ki bizi görecek” diyerek karşı karşıya bulundukları riski ve Hz. Resulullah (as)’a bir zararın dokunması yönündeki endişesini dile getirmesi üzerine, şöyle buyurmuştu Allah Resulü (as): “Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne dersin ey Ebu Bekir?” Olay Kur’an-ı Kerim’de şöylece hikaye ediliyordu:

“… Hani onlar mağarada idiler. Ve hani o, arkadaşına ‘Üzülme, Allah bizimledir’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona sükunetini indirmişti. Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfredenlerin sözlerini alçaltmıştı. Ancak Allah’ın kelimesi ise, o en yüce olandır. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Tevbe:40)

Denilir ki, kavimleri Ashab-ı Kehf’i bulmuş ve içine girdikleri mağaranın kapısına gelip dayanmışlar. Daha sonra; “Biz onların kendi kendileri için uygun gördükleri cezadan daha fazlasını onlar için istemiyorduk” diyerek hükümdarın emriyle mağarayı onlara mezar yapmışlardır. Ancak Yüce Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de sabah akşam mağaralarına güneş girdiğini haber vermektedir. Hükümdarın, gençlerin ölmüş olduğuna kesin kanaat getirdikten sonra, ileriki zamanlarda mağaranın açılmasına ses çıkarmamış olması da mümkündür. Gelecek sayımızda devam ederiz İnşaallah. Allah’a emanet olunuz.

Ancak bilinen şudur ki, Yüce Allah (cc), onları yanlarında bir köpek olduğu halde asırlar boyu devam edecek bir uykuya daldırmış, başkaları kendilerine yaklaşmadan haklarında yazılmış olan yazının süresine ulaşması için onlara esrarengiz bir dehşet hali vermiştir. Bunda bir hüccet, erişilmez hikmet ve engin bir rahmet vardır. Bu gerçekleri yine Rabbimizin kelamından öğreniyoruz:

“Güneş doğduğunda mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında ise onları sol yandan keser geçerdi. Onlar da mağaranın geniş boşluğunda idiler. Bu Allah’ın ayetlerindendir…”

“Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Onların köpekleri de iki kolunu uzatmış-yatmaktaydı. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı.” (Kehf/17-18)

Ashab-ı Kehf’in, mağarada ne kadar süreyle uyudukları hakkında Kur’an-ı Kerim şöyle der:

“Onlar mağaralarında üç yüz sene kaldılar. Buna dokuz sene daha ziyade ettiler.” (Kehf/25)

Bu ihbarlardan hareketle uyuma süresinin net olarak üç yüz dokuz yıl olduğu müfessirlerce genel kabul görmüştür. Ziyade edilen dokuz sene şöyle izah edilmiştir: Güneş takvimine göre üç yüz yıl olan süre, ay takvimine göre üç yüz dokuz yıla mukabil gelir. Zira bu iki takvim yılı arasındaki on günlük fark her yüz senede ay yılıyla üç yıl etmektedir. Üç yüz senede ise bu fark dokuz yıla çıkar.

Ama yine de biz, mucizenin hakikatini değiştirmeyen uyuma süresinin miktarını Yüce Rabbimizin sınırsız ilmine havale ediyoruz. “De ki: Allah onların ne kadar kaldıklarını daha iyi bilendir.” (Kehf/26)

Gücü her şeye yeten, ilmi ve hikmeti inceliklere nüfuz eden Yüce Allah (cc)’ın, mağarada derin uykuda olan gençler için belirlediği süre dolmuş, ölümden sonraki haşri andıran ve buna kat’i delil olan uykularından uyanma vakti gelmişti.

Bu arada mucizenin canlı şahidi olan insan neslinin, içerisinde bulunduğu dini saplantılar ve itikadi buhranlara dikkat etmek yerinde olacaktır. Nitekim bu mucize; hususen onlara, umumen kıyamete kadar gelecek olan insanlara mesaj niteliğindedir.

Kimi kaynaklara göre, bu olayın meydana geldiği dönemde şehirde diriliş ve ahiret ile ilgili ateşli tartışmalar hüküm sürüyordu. Her ne kadar halk, Roma İmparatorluğu’nun etkisiyle Hıristiyanlığı kabul etmişse de şirk ve Roma putperestliğinin izleri ile Yunan felsefesinin etkisi halen güçlü idi. Bu nedenle Hıristiyanlığın öngördüğü ahiret inancına rağmen, birçok kimse ahireti inkâr ediyor veya en azından bu konuda şüphe duyuyordu.

Bunun yanı sıra, şehrin büyük bir çoğunluğunu meydana getiren Yahudilerin Saduki Mezhebi, ahireti inkâr ediyor, buna Tevrat’tan dayanaklar bulmaya çalışıyorlardı. Buna karşın o zamanki Hakk dinin müntesipliğini yapan Hıristiyan âlimleri bu inançları reddeden veya yeniden dirilişe delil olabilecek görüşler öne sürmede aciz kalıyorlardı. Bu nedenle ahirete inanmayanlar üstün durumdaydılar. Hatta müminler arasında dahi şüpheler filizlenmeye başlamıştı.

İşte tam bu sırada ölümden sonraki büyük diriliş gerçeği için kesin hüccet niteliğinde olan, aykırı görüşleri iddia edenlere dillerini yutturan ve tereddütleri bertaraf eden büyük mucize gerçekleşti. Üç yüz yıl veya üç yüz dokuz yıl önce uykuya dalan gençler, Allah’ın izniyle uykularından uyandılar. Başka bir tabirle ölü iken dirildiler.

Uzun uykudan uyandıklarında, ruhi ve fiziki yapılarından hiçbir şey yitirmemişlerdi. Birbirlerine “Ne kadar uyuduk?” diye sordular. “Bir gün veya daha az bir müddet” dediler. Ne kadar uyuduklarını tam olarak kestiremeyince de; “Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz daha iyi bilir” dediler. Epey acıkmışlardı. Onlardan biri, yanında bulunan asırlar öncesine ait ve üzerinde, o zamanın hükümdarının resminin de bulunduğu gümüş parayı verip şehre inilmesini ve temiz yiyeceklerden alınmasını istedi. İçlerinden biri bu iş için mağaradan çıktı. Çok dikkatli davranması gerekiyordu. Çünkü onlar aradan geçen yüzyıllardan ve o yüzyıllarda vuku bulan olay ve gelişmelerden kaçış ve takip olaylarının etkisindeydiler. Tabiri caizse, onlar bambaşka bir hayatın, muasırları ise bir başka hayatın atmosferini teneffüs ediyorlardı.

Olayın bu can alıcı kısmı Kur’an-ı Kerim’de şöylece hikâye edilir:

“Böylece aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: ‘Ne kadar kaldınız?’ Dediler ki: ‘Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.’ Dediler ki: ‘Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi biriniz bu paranızla şehre gönderin de, baksın hangi yiyecek temizse, size ondan bir rızık getirsin. Ancak oldukça dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar burada olduğunuzu öğrenseler, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler. Bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” (Kehf/19-20)

Mucizenin inkişafı zamanı gelip çatmıştı. Büyük haberin bir vesileyle insanlara ulaştırılması gerekiyordu. Kelamullah’tan alınan ipuçlarıyla kıssanın bu bölümü tarih kitaplarında şöylece hikâye edilir:

Gençlerden biri yiyecek bir şeyler almak için mağaradan çıkıp şehre iner. Etrafı, çok değişmiş ve yabancı olarak görür. Yakalanma endişesinden ana yollarda yürümemeye dikkat eder. Attığı her adımda değişiklik ve garipliklerle karşılaşır. Hayret ve şaşkınlığını gizleyemez. Önceden bildiği ve tanıdığı şehirden eser kalmamış… İnsanlar, binalar, adetler… Tamamen değişmiş… Daha önce ancak gizli yerlerde zikredebildikleri hakikatler açıktan konuşuluyor, tektanrılı dine ait terimler dilden dile dolaşıyordu. Yine önceleri işkenceyi veya yakılıp çarmıha gerilmeyi gerektiren ibadetler açıktan açığa serbest bir şekilde yapılıyordu. Öyle ki her tarafı, tektanrılı dini temsil eden yapı ve motifler kaplamıştı. Bütün bunlara karşın delirdiği veya rüya görüyor olduğu vehmine kapılan genç, bir süre sonra silkindiğinde gerçekle yüz yüze geliyor; olup bitene bir mana veremiyordu.

Daha sonra, şehirden hemen uzaklaşması gerektiğine kanaat ederek, yiyecek satan bir adama yönelir. Yanındaki parayı adama uzatarak kendisine yiyecek vermesini ister. Verilen parayı tanıyamayan adam, komşu esnafa giderek parayı ona gösterir. Bu şekilde para, şaşkın gözlerle elden ele dolaştırılır. Oradakiler gencin bir hazine bulduğu zannına kapılınca da mesele büyüyüp yayılır. Nihayet konu şehrin valisine intikal eder. Vali, genci yanına çağırıp soruşturur. Meselenin mahiyetini öğrenmeye çalışır. Baştan beri gariplikler yaşayan imanlı genç, başlarından geçenleri tek tek anlatır. Mağaradan yiyecek almak için indiğini ve arkadaşlarının kendisini beklemekte olduklarını valiye anlatır.

Mesele anlaşılmıştır: Bunda zerre miktarınca şüphe yoktur. Mağara ve mağara şehitleri hakkında öteden beri bilgi sahibi olan vali ve adamları olayın gerçek mahiyetini; bunun, ölümden sonraki dirilişin ispatına yönelik gerçekleşmiş bir mucize olduğunu anlayıp büyük bir kalabalıkla mağaraya akın ederler. İlahi mucizeye mazhar olmuş ve kendi zamanlarından üç yüz yıl öncesine ait olan yarenleri saygı ve hürmetle anarlar.

Diriliş mucizesi her tarafta konuşulmaya, ağızdan ağza dolaşmaya başlar. Ahirete, ölümden sonraki dirilmeye inanan ve bunu savunanların bayramıdır bugün. İnkâr edenlerin ise adeta dilleri tutulmuş, ne diyeceklerini bilemez bir haldedirler.

Diriliş hakikatinin inkişafından Kur’an-ı Kerim şöyle bahsediyordu: “Böylece Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve gerçekten kıyametin kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına) onları buldurmuş olduk…” (Kehf/21)

Nihayet şer’i maslahat hâsıl olup, ilahi hikmet ve hakikatler tahakkuk ettikten sonra gençler, tekrar mağaraya girdikleri bir esnada Yüce Allah canlarını alır. Nitekim onlar da bunu arzuluyorlardı. Yüzyıllar önce bırakıp kaçtıkları dünyada, hele hele çağdaşları olmayan ve kendilerine bambaşka bir gözle bakan insanlarla bir arada yaşamaları kendileri için çok zor olacaktı ki, Rabblerinin ruhlarını kabzetmesi, onlar için rahmet hükmüne geçmiştir.

Ölümden sonraki diriliş için tartışmasız hüccet olan ve bir dönemin insanlarına bizzat müşahede ettirilen Ashab-ı Kehf olayı, adını onlardan alan Kehf Süresi kapsamında Kur’an-ı Kerim’de kıssa edilmek suretiyle evrensel bir nitelik kazanmıştır.

Ancak bulduğu her fırsatta nankörlük ve cehalet sıfatlarını izhar eden insanlar ilahi mesaja yöneltmeleri gereken dikkatlerini, mucizenin kendilerine hiçbir faydası olmayan zahiri yönlerine çevirmiş, iman erlerinin sayısı hakkında tartışmalara girmişlerdir. Onların;

“(Sayıları) üçtür, dördüncüleri köpekleridir. Beştir, altıncıları köpekleridir…” şeklindeki gereksiz münazaralarına Kur’an-ı Kerim’de de yer verilmiş, manasız çırpınışları ve mesnetsiz tahmin yürütmeleri “Karanlığa taş atma” şeklinde veciz ve kınayıcı bir üslupla zemmedilmiştir.

“De ki: Rabbim onların sayısını daha iyi bilir. Onları pek az insan dışında kimse bilemez. Öyleyse onlar hakkında açıkta olan bir tartışmadan başka tartışmaya girme. Ve onlar hakkında hiç kimseye bir şey sorma.” (Kehf/22)

Yüce hikmetlere müteveccih bu mucize hakkında girişilen saplantılardan biri de, mağaradaki gençlerin ruhlarının kabzedilmesinden sonra insanların; kendilerini orada bir bina inşa etmek zorunda hissetmeleri ve dini düşüncelerine göre yapacakları yapıt hususunda ihtilafa girmeleridir. Onların bu konudaki ihtilafları Kur’an-ı Kerim’de de konu edilmiştir:

“(Onları görenler) Kendi aralarında, durumlarını tartışıyorlardı. (Bir kısmı) Dedi ki: ‘Onların üstünde bir bina inşa edin. Rabbleri onları daha iyi bilir.’ Onların işine galip gelenler (sözleri geçenler) ise; ‘Üzerlerinde mutlaka bir mescid yapmalıyız’ dediler.” (Kehf/21)

Bu mucize ile Rabblerinin neyi murad ettiğini kavrayıp ilahi mesaja dosdoğru bir şekilde icabet etmeleri gerekirken, yaptıkları mabet veya mescid, zamanla suistimal edilerek şirk aracı yapılmıştır.

İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.