Avrupa Seyahatnamesi

Yazının başlığını Cumhuriyet dönemi şairlerinden Ahmet Haşim'in “Frankfurt Seyahatnamesi” adlı eserinden esinlenerek yazdığımı belirteyim.

Tedavi için Frankfurt'a giden A.Haşim, Almanya'ya dair kısa kısa notlar alır.

Daha sonra bunları sadece turistik izlenimler olarak değil, Doğu-Batı arasında kıyas yoluyla yaptığı tespitleri de içeren deneme tarzı yazılara dönüştürür.

A.Haşim, Avrupa'yı kendi insanına saygısı ve görkemli teknolojik ilerlemesi yönünden övgüye layık bulurken, maneviyattaki çöküşünden ise esefle bahseder.

O açıdan Avrupa'yı kendi üslubu ile bir cümlede özetler: “İçi kurtlu kocaman bir elma.”

Merhum Akif'in tespiti de benzer bir şekilde bu doğrultudadır:”Avrupalıların işleri dinimiz, dinleri işimiz gibidir!” der.

Geçtiğimiz on gün boyunca bazı programlara katılmak amacıyla Avrupa'yı gezme ve görme fırsatı buldum.

Kendisini “Doğulu” gören bir insanın Avrupa uygarlığı karşsında hissettiği ve gözlemlediği hissiyatın aynısı ister istemez bende de oluştu.

A. Haşim ve M. Akif'in kıyaslamalarının bugün için de geçerli olduğunu ve tespitlerinde ne kadar haklı olduklarını ayne'l yakin ve hakka'l yakin anlama fırsatı buldum.

Almanya'nın Wiesbaden şehrindeki görkemli Ortodoks kilisesinin papaz efendisine “İşler nasıl?” diye sorduğumda aldığım cevap her şeyi özetledi:

“İşler çok kesat. Özellikle gençler hiç gelmiyor. Gelenler de bizimle ya kafa bulmak ya da dalga geçmek için geliyorlar.”

On günde altı ülke dolaştım.

Hiçbir sınıra takılmadım.

Sınırlar sembolik.

Sadece yüz yıl önce, İstanbul'dan yola çıkıp Hicaz'a kadar hiçbir engelle karşılaşmadan Allah'ın evine giden hacılar geldi aklıma.

“Yitik ve öksüz medeniyetimizin ayak izlerine burada mı rastlamalıydım?” dedim kendi kendime.

Trafiğin çok yoğun olduğu saat dahi olsa sokağa inen yaya için trafiğin ve hayatın durduğuna şahit oldum.

Camiye bevleden bedeviye saldırıları önlemek için hayatı durduran ve o sidiği kendi eli ile temizleyen büyük insanlık mektebinin MUALLİMİ...

Herkesin tiksinerek kaçtığı simsiyah tenli köle Bilal'e “Kardeşim!” diyerek kaburgalarını kırarcasına sarılan MEDENİYET MİMARI...

“Abduhu ve Rasuluhu” (SAV) geldi aklıma.

Mahzun ve mahcup oldum...

İnsana bu kadar saygı kültürünün oluşması karşısında hem sevindim hem de üzüldüm.

Sevindim, zira insanlıkta eş olduğumuz hemcinslerim insaniyet nokta-i nazarında tekamül etmişler; üzüldüm, bizde neden yok diye?

Ölümün kolaylaştığı ve yaygınlaştığı Ortaçağ Avrupa'sını düşündüm.

Sonra çok basit yorumlarla kafa koparmanın veya insan canına kast etmenin rutin hale geldiği mazlum coğrafyamı...

Hayıflandım, efkarlandım...

Ümidim de artmadı değil.

Beşerin çeşitli nedenlerle kendilerine zulmettiği ancak kaderin haklarında adalet ettiği “İlahi yolda giden muhacirler”in kemiyeti küçük ama keyfiyeti çok büyük dünyalar kurduklarına şahit oldum.

İnatçı bir akide ve çok büyük fedakarlıklarla camiler, dernekler ve kurumlar kurarak “Her hicret bir inkılaptır!” sözünü tasdik ettiklerini gördüm.

Ürettikçe ve kazandıkça bencilleşen; insani, ahlâki ve manevi yönleri dumura uğrayan; soğuk ve ruhsuz modernitenin robotlaştırmaya başladığı Avrupa insanının bu sımsıcak yürekli insanlara ihtiyacı var.

Hılf'ul Füdul ve Medine Vesikası gibi çok güçlü referanslarla “Öteki ile adil bir yaşam” tesis edebilmiş bu mustaz'af muhacir kardeşlerimiz.

Makul, mutedil ve vasat İslâmi anlayış çerçevesinde farklı dinler, farklı diller ve farklı kültürlerle bir arada yaşayabilecek kadar medeni insanlar olduklarını ispatlamışlar.

Karanlık devlet yapıları veya örgütler tarafından terörize edilmedikleri veya kendilerine çatışma dayatılmadığı taktirde nerede görseler ram olmaya hazır oldukları hikmetli ve izzetli bir yaşam peşinde olduklarına dair sağlam bir irade ortaya koymuşlar.

Lisan-ı halleriyle “Armanca me her ewine, ne herb u kuştin u xwin e!”(amacımız her daim sevgi ve muhabbettir; savaş ölüm ve kan değil!) demişler.

Hikmeti yitik malı olarak gören bir anlayışla insan için olan her şeye uyum sağladıklarını ve buna katkı sunmak istediklerini, o eşsiz “İnsaniyet-i Kübra” medeniyetinin varisleri olduklarını pratik yaşamlarıyla ispatlamışlar.

Kadını ve erkeği ile Bingöl'den, Palu'dan, Ağrı'dan, Urfa'dan, Adıyaman'dan, Mardin'den aldığı mertliğini, misafirperverliğini ve hoş sohbetini Almanya'ya, İsviçre'ye, İtalya'ya, Avusturya'ya, Hollanda'ya, Belçika'ya taşıyabilmişler.

Ve böylelikle günah yüklü bir coğrafyaya orada olmayanı taşıyarak asrın bedii Molla Said'in “Avrupa İslâm'a gebedir!” beşaretine namzed olmuşlar.

“Allah'ın arzı geniştir!” diyerek da'vanın evrenselliğini, coğrafya ve sınır tanımadığını ispatlayan muhacir ve muhacire kardeşlerimi tebrik ediyor, evlerini ve yüreklerini bize açan dostları en kalbi muhabbetlerimle selamlıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.