Yusuf ARİFOĞLU
Ben de İslam'ın oğluyum!
Afrin operasyonu üzerine çok şey söylendi, yazıldı. Operasyonu gerekli, haklı görenler olduğu gibi Türkiye'nin Afrin müdahalesine tam tersi yaklaşanlar da oldu.
Batının ümmet hazımsızlığını ve İslam topraklarına dair emperyalist hesaplarını biliyoruz.
Fransız İhtilali'nden bu yana modernizm ve medeniyet adına bize bulaştırılan ahlaksızlık ve ırkçılık hastalığının bizleri ne hallere düşürdüğünü görüyoruz.
Huy ve karaktere dönüşen, zaman ve zemin denilerek meşrulaştırılan bu iki hastalığın bizi birey ve toplum olarak nasıl ayrıştırdığını da lisan-ı halimiz çok güzel anlatıyor.
‘Fetih, cihad, şehadet, hilafet/imamet' gibi kavramların kendi bağlamından koparılıp söylemini meşrulaştırmak, ırkını kutsamak, mezhebini yüceltmek adına başka bağlamlarda nasıl eğreti bir hal aldığı ortadadır.
Ahlaki değerleri yaşamaya bağlı takva üstünlüğü haricinde bir tarağın dişleri misali birbirine eşit olması ve kardeşini kendi nefsine tercih etmesi gereken bizler neye dayanarak ‘renk, cins, ırk, aile' övüncüyle bir üstünlük ve kutsiyet türetebildik?
Hucurat sûresini aynı iman ve anlamla, benzer tilavetlerle okuyan aynı bedenin uzuvları hükmündeki bizler nasıl oldu da ırkın adını ümmetle eşleştirebildik, ırkın adıyla her türlü yüceltmeyi doğal, meşru gördük; mutluluğun şifresini ırka endeksleyebildik?
Halimize şahitlik edebilecek, ırkçılık belasına merhem olabilecek şu kıssadır:
“Bir grup sahabe halka halinde oturuyor ve sohbet ediyorlardı. İçlerinden birinin Selman-ı Faris'le ile bir problemi vardı. Selman-ı Farisi Mescid-i Nebevi'nin kapısından içeri girdiğinde, Selman'la sorun yaşayan bu sahabe, Selman'ın işiteceği şekilde konuyu değiştirdi ve etrafındakilere ‘Soyun-sopun nedir, sülalen nereye dayanıyor, sen hangi kabiledensin?' türünden sorular sormaya başlar. Soruya cevap olarak her birisi kendi soyunu-sopunu överek anlatır. Birisi der, ‘Ben Mudar kabilesindenim, falan oğlu falanım!' Bir başkası ‘Ben Evs kabilesindenim, benim babam Medinelilerin en şereflilerinden falan oğludur. Dedem şudur, dedemin babası şudur!' diye kendi soyunu-sopunu anlatmaya başladı. Bir başkası da, ‘Ben de Temim kabilesindenim, falanın oğlu falanım.' der. Bir diğeri ‘Ben, Hazrec kabilesindenim!' der ve başka bir sahabe de ‘Ben de Kureyş kabilesindenim, insanların en şereflilerinin soyundanım!' der. Selman, bütün söylenenleri esefle dinler ve yüzler kendisine yöneldiği anda bu şahıs ‘Ya Selman, senin soyun-sopun nereye dayanıyor, sen nerelisin, sen hangi kabiledensin?” diye sorar. Selman, kıyamete kadar bütün insanlığa serlevha olan şu cevabı verir: ‘Ben de İslâm oğlu Selman'ım!' Ve sonra gözleri yaşla dolarak şöyle devam eder, konuşmasına:
‘Ben dalalette, sapıtmış bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa (s.a.s) ile hidayete erdirdi. Ben fakir, yoksul bir insandım, Allah beni Muhammed Mustafa (s.a.s) ile zenginleştirdi. Ben basit bir köle idim, Cenab-ı Hakk beni Muhammed Mustafa (s.a.s) ile özgürlüğüme kavuşturdu. Benim soyumu-sopumu öğrenmek mi istiyorsunuz? Ben de İslâm oğlu Selman'ım!'
Hz. Ömer, az öteden konuşulanları dinliyordu. Selman'ın bu sözlerinden sonra o da ayağa kalkıp topluluğunun yanına gelir ve onlara şöyle der:
‘Benim de soyumu-sopumu öğrenmek istiyor musunuz? Ben de Ben de İslâm oğlu Ömer, İslâm oğlu Selman'ın kardeşiyim!'
Amasız, fakatsız, şöyle böylesiz ‘Ben de İslam'ın oğluyum!' diyenler bir adım öne çıkın ve kardeşlerinizle helalleşip kucaklaşın!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.