Bi porsiyon mutluluk 1
İroni olan şu dur ki insanlar sadece mutluluğu aramakla kalmayıp özellikle “mutsuzluk” hissinden kaçınmak için mutluluğa tutunmaya çalıştılar.
“Güldüren ve Ağlatan O’dur” (Necm/44)
İroni olan şu dur ki insanlar sadece mutluluğu aramakla kalmayıp özellikle “mutsuzluk” hissinden kaçınmak için mutluluğa tutunmaya çalıştılar. Mutsuz insanların mutsuzluğundan bihaber büyüyünce kaotik bir ruh haline büründüler. İnsanoğlu ne yazık ki tam da bu yorucu, planlı, kapalı, katı, sürekli mutluluğu kontrol etme çabası sonucu basit insan haline gelebilir. Mutluluk sadece iyi hissetme sonucunda tebessüm ve gülümseme meselesi değildir. Öyle olsaydı uyuşturucu madde bağımlılıları, komedyenler gezegendeki en mutlu insanlar olurdu. İnsanların kendini sürekli iyi hissetmeye şartlandırması çok mutsuz edici bir arayışa dönüşebilir. Bir masaya tutturulmuş bir kelebek gibi mutluluk da usulca tutulmadığı zaman ölür. Mutluluk dediğimiz bir duygusal sonuca ulaşma uğruna çoğumuz amaçladığımızın tam tersi davranışlarda bulunur ve sonra bu kaçınılmaz sonuç nedeniyle kendimizi berbat, yetersiz hissederiz.
Sanayi devrimi insana sürekli hep tüketime dayalı hayat şartlarını dayatırken mutluluğu ise bitmek ve tükenmek bilmeyen bir su membaı gibi pazarlamaya çalıştı. Oysa tüketim kültürüne dayalı bir yaşamda mutluluk kadar mutsuzluğun da olabileceği insani değer duygularını insan fıtratından kaldırmaya çalıştı ve sonunda self’i çağında mutsuz insanların mutluluğumuz gibi gülümseyen fotoğrafıyla sahte mutluluklar topluluğunu pazarda sergilemiş oldu.
Oysa aslına bakılırsa bugünün orta sınıfı, çok daha uzun olmayan bir zaman öncesinin kraliyet ailesinin yaşam standartları ölçeğinde yaşamasına rağmen mutsuzluk Nirvana’sında… Böyle olmasına rağmen insanoğlu bugün çok daha mutlu gözükmüyor.
Modern insan zihni analiz etme, yaratma ve iletişimdeki şaşırtıcı yeteneği ile türümüz Adem’in gezegene ilk ayak bastığından asırlar sonra tecriden kemale ermiştir. Zihin dünyamız veya akıl dimağımız bizi iyi hissettirip harika şakalar yapabilelim, şiirler yazabilelim veya “seni seviyorum” diyebilelim diye kemale ermiştir. Zihnimiz tehlike dolu bir dünyada hayatta kalabilelim diye kemale ermiştir.
İnsan yeryüzünde yaşamaya başladığı ilk günden beri avcı ve toplayıcı, yaşamını yarınları düzenleyici olarak ikame ettirmiştir. Hayatta kalmak ve üretmek için gereken temel ihtiyaçlarımız mutluluğumuzu ve mutsuzluğumuzu belirlemiştir.
İnsanoğlunun mutluluk dünyasının devamı için hayatta kalabilmesi yiyecek, su, barınak ve neslin devamı için cinsellik gereklidir. Ancak ölürse bu saydıklarımızın pek önemi kalmıyor. Bu nedenle ademoğlunun zihninin birinci önceliği kendisine zarar verebilecek şeylere dikkat etmek ve bunlardan sakınmaktır!
İnsanoğlunun ilk dönem zihni esasen bir “öldürmeme” aygıtıydı ve çok işe yarıyordu. Atalarımız doğal yaşama ayak uydurdukça tehlikeleri önceden görüp sakınma konusunda daha uzun yaşadılar ve daha fazla nesil üremiş oldu. Her yeni nesille birlikte, insan zihni tehlikeyi önceden görme ve ondan sakınmada daha becerikli hale geldi. Modern zihin sürekli tetiktedir ve karşılaştığımız her şeyi değerlendirip yargılamaktadır. “Bu iyimi yoksa kötü mü? güvenli mi tehlikeli mi? Zararlı mı faydalı mı?” Ancak şimdilerde zihinlerimizin bizi hakkında uyardığı şeyler kılıç dişli timsahlar, aslanlar, doğadaki yırtıcı felaketler değil. Bunların yerini işimizi kaybetme korkusu, hız cezası alma korkusu, faturaları ödeyememe korkusu, toplum içinde kendimizi küçük düşürmek, sevdiğimiz kişileri incitmek, kansere yakalanmak, covid-19 olmak ve buna benzer milyonlarca kaygıyla donattı zihnimizi modernizm çağı.
Günümüzde zihinlerimiz bizi sürekli dışlamaya karşı uyarmakta ve toplumun geri kalanıyla kıyaslamaktadır. Kıyaslama insanoğlunun zihin dünyasına girdiği günden beri mutsuzluk artmış mutluluğa giden yolu dikenli gül bahçesine çevirmiştir. Kendisine olmayan mutluluk selfisine konum mankeni olmuştur. Başka insanların bizden hoşlanıp hoşlanmadığı konusunda kaygılanmaya bu kadar enerji harcamamıza şaşmıyoruz. Çünkü kendimiz için değil başkaları bizi nasıl görüyor diye yaşıyoruz.
Sürekli olarak kendimizi geliştirmenin yollarını arıyor olmamız veya istenilen seviyede olmadığı için kendimize yüklenmemiz hiç garip sayılmamalı! Yüz bin yıl önce kendimizi karşılaştırabileceğimiz yalnızca kabilemizin birkaç üyesiydi. Ama günümüzde gazeteye, dergiye veya sosyal medyaya baktığımızda bizden daha çok zeki, daha zengin, daha fiziki güzelliklere sahip, daha formda, daha güçlü nüfuz sahibi ünlü veya beğenilen dünya kadar insan bulabiliyoruz.
Genç bir kızı mutsuz etmenin en hızlı yolu nedir sorusunun; ona bir moda dergisi göstermek boyalı, kollajen katkılı ve dijital olarak oynanmış süper modellerle kıyaslandığı zaman kendini daha aşağı ve tümüyle çirkin hissetmesi garantidir. Geri kalanımız da farklı değildir. Sosyal medya özentisi hep bizim olmak istediğimiz modelleri bizi hep hayal dünyasında sanal alemde yaşamayı ikame ettiriyor. Sosyal dünya bizi kendimiz olmaktan uzaklaştırdığı için mutluluklarımız sanal, mutsuzluklarımız gerçek.
Geçmiş zamanda taş devrinde yaşayan hırslı bir insan için başarının genel kuralı şuydu; ne kadar çok olursa o kadar iyi, silahların ne kadar çok olursa o kadar av hayvanı öldürürsün. Yiyecek stokların ne kadar çok fazla ise yokluk zamanında hayatta kalma şansın o kadar fazla olur. Barınağın ne kadar sağlam olursa hava şartları ve vahşi hayvanlara karşı o kadar emniyette olursun. Ne kadar fazla çocuğun olursa bunların bir kısmının yetişkinliğe erişme şansın o kadar fazla olur. Modern hayatta ise çocuk daha az olmalı onun için iyi bir gelecek elde edilmeli. O zaman modern zihnin sürekli “daha fazla”sını daha çok para, daha iyi bir statü, daha fazla sevgi, daha yüksek iş tatmini, daha yeni bir araba, daha genç görünen bir beden, daha genç görünen bir eş, daha büyük bir ev araması şaşırtıcı olmamalı.
Eğer başarılı olursak, eğer gerçekten daha fazla paraya ya da daha yeni bir arabaya veya daha iyi bir işe sahip olursak tatmin oluruz; bir süreliğine. Ancak er ya da geç çok kısa bir süre sonra daha fazlasını istemeye başlarız.
Modern insan yüzyılların evrilmesiyle öyle bir şekillenmiş ki zihni, psikolojik olarak acı çekmek, kendimizi kıyaslamak, değerlendirmek ve eleştirmek; sahip olmayacaklarımıza odaklanmak; sahip olduklarımızdan hoşlanmamak ve çoğu asla gerçekleşmeyecek bin bir türlü korkutucu senaryoyu kafamızda kurgulamak, kaçınılmaz kader yazısı haline gelmiştir.
İnsanların mutlu olmak için emek sarf ettiğinde mutsuz olmalarına şaşmamalı, yeryüzü coğrafyasında herkes mutluluğu istiyor. Onu arzuluyor, uğruna katliamlar, sömürgeler ve işgaller yapıp kendi mutluluğumuz için binlerce insanı, yüzlerce ülkeleri mutsuz ediyor. Peki, ama peşinde koştuğumuz bu ele geçmez şey tam olarak nedir. “mutluluk” kelimesinin birbirinden çok farklı anlamı var, hatta insandan insana değişebilen tarifler ve mutluluk eylemleri var. Biri zevk, memnuniyet veya haz hissine atıf yapar. Bu hislerden hepimiz hoşlanırız, bu yüzden onların peşinden koşmak hiç şaşırtıcı değildir.
Ancak tüm insan hisleri gibi mutluluk hissi de uzun sürmez. Ne kadar bu hisse tutulmaya çalışsak da her defasında nefsimiz ve arzumuzun yeni istekleri karşısında kayıp gidiyor, yeni mutsuzluklarımız dağ gibi sorunlar yumağı haline geliyor. Bu iyi hislerin peşinde harcanan bir hayat uzun vadede hiç tatminkar olmayacaktır. Yani haz veren hislerin peşinde ne kadar çok koşarsak kaygı ve depresyondan muzdarip olmamız o kadar muhtemeldir.
Mutluluğun bir diğer anlamı ise “içsel zamanda zengin, dolu ve anlamlı bir hayat sürmektir.” Yüreğimizin derinliklerinde gerçekten önem taşıyan şeylere ilişkin harekete geçtiğimizde değerli gördüğümüz istikamette yol aldığımız zaman, hayatta savunduğumuz şeyin ne olduğunu açıklığa kavuşturup buna uygun davrandığımızda hayatlarımız zengin anlamlı ve dolu olarak güçlü bir yaşam enerjisi hissedeceğiz. Bu geçici bir duygu değildir; iyi yaşanmış bir hayatın getirdiği derin bir sezgidir. Ve her ne kadar böylesi bir hayat pek çok keyifli hisler yaşatacaksa da keder, korku ve öfke gibi rahatsız edici hisleri de yaşatacaktır. Bu zaten beklenen bir şeydir, dolu bir hayat yaşarsak, insani olan tüm hisleri de tüm çeşitliliği ile hissederiz.
Ayette “ağlatan da O’dur” mesajı şu gerçeği bize öğretiyor. Acı, yaşamın bir parçasıdır, bundan kurtuluş yoktur. İnsanoğlu er ya da geç yaşlanacağı, hastalanacağı ve öleceği fikri ile yüzleşecektir. Er ya da geç krizlerle hayal kırıklıkları ve başarısızlıklarla yüz yüze gelecektir. Bu ise şu ya da bu şekilde hepimizin acı veren duygu veya düşünceleri tecrübe edeceği anlamına gelmektedir.
İçinde yaşadığımız toplum mutlu olmanın insanları olağan hali olduğu tezinde ısrarcıdır. Yaşadığımız dünyada on yetişkininden birinin intihara teşebbüs etmesi ve her on yetişkinden birinin depresyona girmesi bunlara bir de yalnızlık, boşanma, cinsel sorunlar, iş stresi, orta yaş bunalımı, ilişkiden kaynaklanan sorunlar ve kadın cinayetleri, aile içi şiddet, sosyal tecrit, fiziksel şiddete maruz kalma, ön yargı, düşük benlik saygısı, kronik öfke ve yaşamda bir amaca ulaşma veya hedefe sahip olamamak gibi psikiyatrik rahatsızlık olarak sayamayacağımız sorunlardan kaynaklanan mutsuzlukları ekleyecek olursak aslında gerçek mutluluğun ne kadar da nadir ulaşılabilen bir durum olduğu hakkında bir fikrimiz olacaktır.
Ne yazık ki insanların çoğu kendileri haricinde herkesin mutlu olduğuna inanarak yaşamlarını sürdürüyor ve tahmin edebileceğiniz gibi bu inançlar da insanları fazla mutsuz ediyor. Reklam tüketicilerine dayalı insan mutluluğu aslında en büyük mutsuzluk sendromudur. “Gördün mü sen o yüz çevireni, azıcık verip de cimrilik edeni, insana çalıştığından başkası yoktur. (Necm/34,35,40)”
Selam ve Dua ile…
(devam edecek)
Mehmet Akif İkbal
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.