Bir Savaşın Ardından -2
Rahmeti geniş, lütfü bol olan, günahkarların bağışlayıcısı, şaşkınların yol göstericisi, yardım isteyenlerin yardım edicisi, medet isteyenlerin imdat edicisi olan, mülkünde daim, celalinde azim olan Allah’a hamd olsun.
Rahmeti geniş, lütfü bol olan, günahkarların bağışlayıcısı, şaşkınların yol göstericisi, yardım isteyenlerin yardım edicisi, medet isteyenlerin imdat edicisi olan, mülkünde daim, celalinde azim olan Allah’a hamd olsun. Salat ve selam ümmeti olmakla iftihar ettiğimiz, şefiul müznibin, iki cihan efendisi Efendimiz Hz.Muhammed (sav) ve O’nun temiz ev halkına olsun, Allah’ın selamı geçmiş ve günümüzdeki tüm alim, şehid ve mücahitlerin üzerine olsun.
İnşaallah bu yazımızda, geçen ay yarım bıraktığımız Uhud Savaşındaki ders ve hikmetleri anlatmaya devam edeceğiz:
4) Uhud savaşı, galibiyet için gerekli tüm şartlar mevcutken kaybedilmiş bir savaştır. İslam ordusu, savaşan bir gurubun galibiyet elde etmesi için gerekli temel unsurlardan olan, komutan, asker ve lojistik desteğin en iyisine, en mükemmeline sahip bir ordudan müteşekkildi. Bu ordunun komutanı gibi bir komutanı, askeri gibi bir asker ve sahip olduğu lojistik desteğe sahip bir orduyu dünya oldu olası görmüş değil, tarih böylesi bir orduya şahitlik etmiş değildi. Çünkü bu ordunun komutanı, öyle bir zattı ki; gökyüzündeki aydan tutun da yeryüzündeki cemadat ve hayvanatın onun emrine inkıyad ettiği Cenabı Zülkemal ve Takeddes hazretlerinin habibim dediği, nice zamandır insanlığın yolunu gözlediği komutanlar komutanı Hz.Muhammed (sav)’di. Ve bu ordunun askerleri yürüyen Kur’anlar mesabesinde olan, gökyüzündeki yıldızlara bedel, Peygamber güneşinden aldıkları nurla yeryüzünü tenvir eden yıldızlar olan, asırlar geçmesine rağmen adlarının ilk günkü gibi zihinlerde dillerde tazeleğini koruduğu, kahramanlığın kitabını yazmış, Allah’ın Kitabında Onlar’ı övdüğü, Onlardan razı olduğunu haber verdiği, birçoğuna dünyadayken cennet müjdesi verdiği o güzide insanlar olan Sahabe-i Kiram’dı. Ve bu orduya yardım etmekle emrolunmuş beş bin melek ve en önemlisi Allah’ın galibiyet va’di... Böylesi bir ordu nasıl mağlup olabilir.
İşte bu mağlubiyetten çıkaracağımız bir diğer ders de ve belki de en önemlisi itaatsizliktir. Resul-i Zişan(sav) hadislerinde:
“Amirlerinizin sözlerini dinleyiniz, emirlerine itaat ediniz. Başı üzüm tanesine benzer bir Habeşi köle olsa bile,” buyurmuşlardır.[1] Burada itaatsizliği yapılan kişi herhangi bir insan değildir. Bu kişi “O, arzusuna göre de konuşmaz. O vahyedilenden başkası değildir.”[2] denilen, sözü Kur’an olan kişidir. Yani size verdiği bu emir (Uhud Dağını terk etmeme emri) de Allah’tandır, Kur’an’dandır. Nasıl olur da Peygamberin emrini dinlememezlik edersiniz. Halbuki geçmiş kavimlerin helak oluş nedenlerini Kur’an “Böylece Rablerinin peygamberlerine karşı geldiler, O da onları pek şiddetli bir şekilde yakalayıverdi”[3] peygambere karşı gelmenin beraberinde getirdiği akibeti bildirmiştir.
"...ama yine de sizi affetti."[4] ayetiyle Allah, bu itaatsizliğe rağmen onları bağışladığını bildirdi. Ve Mü’min kullarına karşı ne kadar merhametkâr olduğunu haber verdi. Hasan-i Basri’ye “bu nasıl affetmedir ki, düşmanlarını onların üzerine musallat etmiş, öldürdüklerini öldürmüş, bazılarının uzuvlarını kesmiş, diledikleri gibi onlarla oynamışlardı” diye sorulduğunda; Hasan der ki: ”Eğer Allah onları bağışlamasaydı, kafirler onların köklerini kazırdı. Fakat Allah’ın bağışlamasıyla, düşmanları onların köklerini kazıyabilecek duruma geldikleri halde, Allah onlardan düşmanları savmıştır.”[5] Allah bu kavmi de geçmişte Peygamberlerine isyan eden kavimlere yaptığı gibi helak edebilirdi. Ama bu din insanın zaafını biliyor. Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman kıvılcımı sönmedikçe, kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah ile olan bağını canlı tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu ve buna karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu kesin olarak bildiği müddetçe, kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde bu din, insanı Allah'ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü kendisinde henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi kopmamış kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan; zaafı ne kadar ayağını kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi elinde tuttuğu, Allah'ı anıp O'nu unutmadığı, O'ndan bağışlanma dileyip O'na karşı kullukta sürekli olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın yüzüne tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir durumda bırakmamakta ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk etmemektedir. Onu, bağışlanma konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek ellerinden tutup kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra ve güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.”[6]
Yine ayeti kerimede Allah(cc) “Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz”[7] buyurarak rahmete ulaşmanın şartının Allah’a ve O’nun peygamberine itaatle mümkün olabileceğini bildiriyor. İtaatsizlik uhrevi hayatımızı tehlikeye attığı gibi, dünyada da küfrün Müslümanlara galib gelmesine, bugün olduğu gibi mukaddes değerlerimize saldırılmasına, dünyanın dört bir tarafında Müslüman kanının oluk oluk akmasına sebep olmaktadır. Yine Ebu Ğureyb Ceza evinde insanlık düşmanı conilerin Müslüman bacılarımızın namuslarını kirletmelerinin sebebi Müslümanlar arasında itaatın yer etmemesi ve bunun sonucunda da bölünmüşlük ve parçalanmışlığın baş göstermesi değil midir?
Peygamber Efendimiz Müslümanları, ‘birbirini tamamlayan vücudun azalarına benzetmiştir.[8] Bedendeki azaların hiçbiri kendi başına değildir. Hepsi beyin’e bağlıdır, hepsi beyin’den aldıkları emir ve direktifleri icra ederler. Vücudun en basit hareketinden tutun da en hayati fonksiyonlarına kadar tüm vücudun akıllara durgunluk verecek bir düzen ve intizam içerisinde işleyişi tüm bedenin beyine itaat doğrultusunda, düzenli işleyişiyle mümkün olabiliyor. Kuran-ı Kerim’de Talut Kıssasında da görüleceği gibi, bir avuç itaatkar mücahidin, devrin süper gücüne karşı galibiyeti ve bu savaşta henüz bir çocuk olan Davut(as)’ın, Calut’u öldürmesinin altında yatan sır, itaatten başka bir şey değildir.
5) Allah’ın davası ebedi bir davadır. Kıyamete kadar devam edecek bir davadır. Bu davanın yol göstericileri, rehberleri konumundaki peygamberler ve Onların kutlu davalarının takipçileri, Peygamberlerden sonra, onların davasını omuzlayan dava önderleri, bu yolu aydınlatan meşalelerdir. Kendilerini ümmetin yolu aydınlansın diye feda eden bu hak aşıklarının ölümü ya da şehadeti bu ümmetin karanlıklara gömülmesine yol açmamalıdır. Sönen meşaleleri iman çıramızla tekrar yakmalıyız ki karanlıklar aydınlığa inkılap etsin. “Uhud olayı, Resulullah’ın (sav) vefatından önce gerçekleşen, sonraki nesillere yol gösterici bir hareket metodu tesbitidir. Bu olay onların İslam’da sabit olmaları gerektiğini ortaya koymuş ve Resulullah (sav) ölür, yahut öldürülecek olursa, gerisin geriye dönüş yapmalarını şiddetle menetmiştir. Onlara düşenin, O’nun dini üzerine sebat göstermek, O’nun yolunda ölmek veyahut öldürülmek olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü onlar, ancak Muhammed’in (sav) Rabbine iman ediyorlardı. O ise diridir ölmez. Eğer Muhammed (sav) ölür yahut öldürülecek olursa bu onların dininden dönmeleri, Onun tebliğinden vazgeçmelerini gerektimez. Zira hercan ölümü tadıcıdır. Muhammed (sav) dünyada ebedi kalsın diye gönderilmediği gibi, onlar da ebedi değildir.
Ölüm kaçınılmaz bir olaydır. Ancak İslam ve tevhid üzerine ölmeleri istenmiştir onlardan. Resulullah’ın hayatta olması veya ölmesi bu gerçeği değiştirmez. Onun içindir ki, Cenab-ı Allah, “Muhammed öldürüldü” haberini duyduklarında gerisin geriye döndüklerinden dolayı şu uyarıyı ferman buyurmuşlardır: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah, şükredenleri mükafaatlandıracaktır.” (Al-i İmran 144) Şükredenler ise nimetin değerini takdir edenler, onun üzerinde sebat ederek ölen veyahut öldürülenlerdir. İşte bu uyarının etkisi ve bu hitabın hikmeti, Resulullah’ın(sav) öldüğü gün ortaya çıkmıştır. Bu sırada irtidat edenler, ökçeleri üzerine gerisin geriye dönenlerdir. Şükredenler ise dinleri üzerinde sebat etmiş Allah da onlara yardım etmiş, onları izzete kavuşturmuş, düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır. Son üstünlüğü onlara tahsis etmiştir. Cenab-ı Allah daha sonra herkes için bir ecel tayin ettiğini, bu ecelini doldurması gerektiğini haber vermiştir. Yani insanların hepsi bir tek noktaya gelecek, hepsi orada buluşacaktır. Bunun için sebepler aynı da olsa önemli değildir. Sonra insanlar kıyamet günü birbirinden ayrı yollara sapacaklardır. Bir kısmı cennete doğru yol alırken, bir kısmı da cehenneme gidecektir.
Daha sonra Cenab-ı Allah haber veriyor ki, peygamberlerden pek çok cemaat öldürülmüş ve onlara tabi olanların çoğu da haksız yere katledilmiştir. Buna rağmen onlardan geri kalanlar, Allah yolunda başlarına gelen musibetlerden dolayı gevşememiş, zayıflamamış, davalarından geri durup yılmamışlardır. Aksine onlar cesaretle ileri atılmış, kuvvet ve azametle şehadete doğru yol almışlardır. Gerisin geriye kaçarken, yerlerinde horlanmış biçimde dururken şehid edilmemiş, aksine izzet ve şerefleri ile onurlarıyla, düşmanlara karşı göğüs gere gere şehid edilmişlerdir. Doğrusu odur ki ayet her iki durumu da kapsamına almış bulunmaktadır.”[9]
6) Uhud savaşındaki bir diğer hikmet de şudur ki; korkunun ecele faydasının olmadığıdır. Allah’ın takdir ettiğinden başka bir şey yoktur. “Kuşkusuz her nefsin belirlenen süreye kadar yazılmış bir eceli vardır. Bu belirlenen süre dolmadan herhangi bir kişinin ölmesi söz konusu değildir. Telaş, hırs, savaşa katılmama ve korku bu süreyi uzatmadığı gibi cesaret, direnç, öne atılma ve sözüne bağlı kalma da ömrü kısaltmaz. O halde korkaklığa gerek yoktur. Korkudan gözleri kaymasın korkakların. Süre belirlenmiştir, birgün kısaltılamayacağı gibi uzatılamaz. Bununla, ecel gerçeği insan ruhunda yer etmektedir. Artık insan onunla uğraşmayı bir tarafa bırakıp hesaba katmamakta ve imanın gereği olan sorumluluk ve görevlerini hakkıyla yerine getirmeyi düşünmektedir. Bununla korku ve dehşetin doğurduğu ürkekliği üzerinden attığı gibi cimrilik ve ihtirasın boyunduruğundan da kurtulur. Bu sayede insan, sabır güven ve tek başına ecele egemen olan Allah'a dayanmakla, yolun bütün sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek yoluna devam eder.”[10]
Uhud savaşında bazı münafıklar, savaşta şehid olanların, savaşa gitmedikleri takdirde öldürülmeyeceklerini, savaşa gittiklerinden dolayı hata yaptıklarını ve bu hatalarının da hayatlarına mal olduğunu dile getirmişlerdir. Allah(cc) bunlara cevaben: ”Şöyle söyle: Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi. Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalblerinizdekileri temizlemek için (böyle yaptı). Allah, içinizde ne varsa hepsini bilir”[11] buyurdu.
Çünkü münafıklar hayatı bu dünyadan ibaret görüyorlardı. O insanların öldürülmeleriyle bu dünyanın geçici zevklerinden ayrılmanın acı bir son olduğunu sanıyorlardı. Oysa ki bunun bir ölüm değil, bir yok oluş değil, belki bir diriliş olduğunu, bir tebdil-i mekan olduğunu, kalp gözleri kör olduğu için bilmiyorlardı. Onlar her şeyi, iyilik ve kötülüğü, cismani gözleriyle ölçüp tartıyorlardı.
“Buna göre iş, ölüm veya öldürülme ile bitmiyor, son nokta burası değildir. Şu halde yeryüzündeki hayat yüce Allah'ın insanlara bahşettiği nimetlerin en iyisi değildir. Başka değerler; Allah katında daha üstün değerler vardır: "Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah'tan gelecek olan bir bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha bayırlıdır."
“Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."
Allah yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla ve bu itibarla- hayattan, insanların hayatta elde ettikleri mal, makam, güç ve dünya metaından daha iyidir. Çünkü, arkasında gelen Allah'ın bağışlaması ve merhameti vardır. Bunlar insanların elde ettiklerinden daha iyidir. İşte Allah, müminleri bu bağışlanma ve merhamete yöneltmektedir. Bu noktada onları, kişisel üstünlüklere ve beşerî değerlere terk etmiyor. Allah'ın yanında bulunanlara da teslim ediyor. Bizzat kalplerini, kendi rahmetine bağlıyor. Bu da insanların tüm topladıklarından kalplerin bağlandığı tüm değerlerden daha iyidir kuşkusuz.
Herkes Allah'a dönecektir. İster yataklarında veya yeryüzünde dolaşırken ölsünler, ister meydanda çarpışırken öldürülsünler; her durumda O'nun huzurunda toplanacaklardır. Bunun dışında dönecekleri, bundan başka varacakları bir yer yoktur. O halde aradaki farklılık; yapılan iş, niyet, yöneliş ve ilgide söz konusu olabilir. Sonuç ise hep birdir; gerek ölmek, gerekse kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş sürede öldürülmek şeklinde olsun Allah'a dönülecektir. Ve toplanma gününde O'nun huzurunda toplanılacaktır. Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın bağışlaması ve merhameti ya da öfke ve azabı olacaktır. Ahmakların ahmakı; her durumda öleceği halde, kendine kötü sonucu seçendir.”[12]
Bir dahaki ayda görüşmek ümit ve temennisiyle Allah’a emanet olun.
İnzar Dergisi
[1] Muhtarul Ehadis: 166. Hadis
[2] Necm: 3-4
[3] Hakka: 10
[4] Ali İmran: 152
[5] Zadül mead: 2.c. s.185
[6] Fizilal: 2.c s489
[7] Ali İmran: 132
[8] Riyazussalihin: 224.Hadis
[9] Z.Mead: c.2 s.183
[10] Fizilal: c.2. s.474
[11] Ali İmran: 154
[12] Fizilal c. 2, s.498
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.