Bizleri Konuşturan Nedir? Susturan Nedir?
Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a iman edersiniz
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a iman edersiniz…” (Al-î İmran S:110)
“Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Allah yarın rahmetiyle bağışlayacaktır. Çünkü Allah azizdir, hakimdir” (Tevbe S:71)
Bu ayeti kerimelerdeki sıralama hiç dikkatinizi çekti mi? Kur’an, bireylerin faziletlerini, üstünlüklerini sıralarken: “İman eden, teslim olan, gönülden boyun eğen, huşu sahibi olan, takva sahibi olan, sadık olan, hamdeden, şükreden, zikreden, sabreden, namaz kılan, oruç tutan, infak eden, namusunu koruyan…” gibi sıfatlarını öne çıkarır. Müslüman bir fert Allah katında bu özellikleriyle puan kazanır, değerlendirmede ölçü olarak bu ve benzeri özellikler dikkate alınır, Mü’minin bu sıfatlarla donanması için teşvik edilir.
Fakat Allah Teala ümmetleri, toplumları değerlendirirken, insanları kitleler halinde ele alırken; “İyiliği emreden, kötülüğü engelleyen, yasaklayan” yönünü ön plana çıkarır. Müslüman bir toplum için bu özellikler hayati değer kazanır, hatta hayatta kalabilmelerinin, varlıklarını sürdürebilmelerinin yegane şartı olarak görülür.
Gerçekten bu ümmetin en belirgin vasfı, bu ümmeti gelmiş geçmiş diğer ümmetlerden ve mevcud diğer toplumlardan ayıran en önemli fark; marufu, yani iyiliği emreden münkerden nehyeden, kötülüğü yasaklayan, engelleyen, yani duyarlı ve müdahil bir topluluk olmasıdır.
Allah’ın izniyle Peygamber Aleyhisselam böyle bir ümmet vücuda getirmiştir. Kazandıkları güzellikleri, iyilikleri derhal yayan ve yaygınlaştıran, kötülükler karşısında alarma geçen, yanlışlıkların, münkerin önüne set oluveren, şahit oldukları olumsuzluklara derhal müdahele eden, susmayan, hassas mı hassas bir ümmet bırakarak ayrılmıştır bu dünyadan.
Onun yerine geçen halifeleri, ümmetin bu müthiş özelliğinin yerinde olup olmadığını kontrol için görevi devraldığı ilk gün minbere çıkar çıkmaz:
“Ben yanlış yaparsam ne yaparsınız?” sorusunu sormuş,
“Seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” cevabını alınca bundan dolayı Allah’a hamdetmişlerdir.
Evet, Allah Teala’nın emrettiklerini emreden bir ümmet
İyi ve güzel olanı emreden bir ümmet,
Aklın ve örfün güzel gördüğünü, güzel bulduğunu tavsiye eden, yayan ve yaygınlaştıran bir ümmet,
Allah Teala’nın yasakladıklarını yasaklayan bir ümmet,
Münkeri men eden bir ümmet,
Kötülüklerin önüne dikilen bir ümmet,
Kısacası, susmayan, asla susmayan bir ümmet…
Peki, neydi onları susturmayan şey?
Çünkü onlara durmadan Allah’ın ayetleri tilavet olunuyordu. Çünkü onlar Resulullah’ın yanındaydılar, beş vakit onun arkasındaydılar, hep onunla beraberdiler ve kulakları, beyinleri ve kalpleri Allah Teala’nın nur çağlayanının altındaydı, kesintisiz bir şekilde Allah’ın nuruyla besleniyorlardı.
Çünkü onlar tepeden tırnağa hak ile mezc olmuşlar, hak ile dolup taşmışlardı.
Çünkü onlar olup biten her şeye, ister durağan olsun, ister hareket halinde olsun Allah’ın nuruyla bakıyorlardı, şahit oldukları her şeyin üzerine böylesine muazzam bir projektör tutuyorlardı. Batıl olan ne varsa, münker olan ne varsa, kötü olan ne varsa, kısacası bu nur ile bağdaşmayan ne varsa sırıtıp kalıyordu tek başına, ayrışıp kalıyordu orta yerde. Derhal müdahale ediliyordu, el atılıyordu, düzeltiliyordu, yani konuşuyorlardı, susmuyorlardı onlar.
Onların ruhi bünyeleri öylesine hassas bir noktaya gelmişti ki, bâtılla karşılaşır karşılaşmaz, münker ve kötü olan bir şeyle muhatap olur olmaz derhal sirenleri çalıyordu, alarm cihazları faaliyete geçiyordu. Bâtıl onların bünyesinde alerji yapıyordu.
Bugün bizleri susturan nedir?
Niçin susuyoruz, konuşmuyoruz?
Niçin her şeyin dışındayız, niçin müdahil olmuyoruz?
Niçin iyilikleri yaymıyoruz, niçin güzellikleri dışımıza taşımıyoruz, kısacası niçin emr-i bilmaruf yapmıyoruz?
Niçin kötülüklerin önüne geçmiyoruz, şahid olduğumuz çarpıklıklara ve yanlışlara niçin müdahele etmiyoruz? Niçin susuyoruz?
Kulaklarımız, beyinlerimiz ve kalplerimiz Rabbimizden gelen nurla dolu olmadığından mı, O’nun nuruyla dolup taşamadığımızdan mı, O’nun nuruyla bakıp değerlendiremediğimizden mi?
Bir münker gördüğümüzde, bir bâtılla muhatap olduğumuzda, bir haksızlık ve zulme şahid olduğumuzda niçin bizim sirenlerimiz çalmıyor, alarmımız niçin çalışmıyor, ruhumuz ve gönlümüz niçin alerji yapmıyor, tepki göstermiyor?
Evet, bizi susturan nedir?
Yoksa dünya hayatıyla mutmain mi olduk, yatıştık mı, dünya hayatına razı mı olduk, dünya hayatıyla fit mi olduk, dünyaya çakılıp kaldık mı? İşimizle, maaşımızla, ücretimizle, gelirimizle mutmain mi olduk? Bizi susturan bu mudur yoksa? Daha önce hiç ulaşamadığımız bir gelir seviyesini mi yakaladık? Onu ve onun getirdiği konforu kaybetmekten mi korkuyoruz?
Kendimizin ve yakınlarımızın yaşantıları değişti de o yüzden mi başkalarına iyiliği emredemiyor, kötülükten nehyede- miyoruz?
Nehyetmekle yükümlü olduğumuz kötülüklere yakınlarımız, ekibimiz, cemaatımız ve sevdiklerimiz de bulaşmış durumda olduğundan mı susuyoruz? Nedir bizi böylesine suskunluğa gömen?
Konuştuğumuzda birilerini kaybetmekten, çevremizde yalnız kalmaktan mı korkuyoruz?
Bütün bunların bir dökümanını çıkarmalıyız, bizi susturan şeyleri bir bir tesbit edip önümüzden kaldırmalıyız.
Bizi konuşturan, bizi ayağa kaldıran dinamizmimizden neler eksilmişse onlarla yeniden donanmalıyız.
Konuşmalıyız, susmamalıyız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.