Bu Yolda Cefa da Güzeldir
Sen vali çocuğusun. Zengin, mal-mülk sahibisin. Bırak bu işleri. Dünyanı harap etme. Gençliğine yazık. Kendine acımıyorsan bari bize acı.
“Sen vali çocuğusun. Zengin, mal-mülk sahibisin. Bırak bu işleri. Dünyanı harap etme. Gençliğine yazık. Kendine acımıyorsan bari bize acı.” Dalga dalga yankılanan ses. Karşıda zincirlere vurulmuş bir yiğit. Mahkûm sandalyesinde. Nasıl da başı dik. Gözleri ötelere bakmakta. Bilmese de, yüreği Amine’nin yetiminin aşkıyla yanmakta. Zincirler paramparça Fars diyarında. Sarsıla sarsıla yıkılan saray burçları gibi.
Yol onun, ezilen kum taneleri adım adım onu ötelere yaklaştırırken “az kaldı ha gayret” diyerek bağrına basmakta. Sabah yakın değil mi?
Ben giderim yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne âkilem, ne divane
Gel gör beni, aşk neyledi[1]
Okunur ufuklara saplanmış gözlerinde. Sübhanallah der, bir ah çekeriz. Elhamdulillah söyler seviniriz. Bir besmele çeker, “De ki: Rabbim gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif (muvahhid) dinine... O, müşriklerden değildi”[2] ayetini okur, iman-amel tazeleriz.
Selman-ı Farisi (ra) İranlı olup İsfahan halkındandı. Babası kentin valisiydi. Babası onu çok seviyordu. Mecusilik hakkında bilgi sahibi olup araştırmalar yapmıştı. Mecusilerin ateşini yakan bir görevli olmuştu. O, ateşin yanından asla ayrılmıyordu. Babasının büyük bir köyü vardı.
“Babam beni köyüne göndermişti. Yola çıktım. Yolda giderken Hıristiyan kiliselerinden birine uğradım. Kilise içinde ibadet eden abidlerin seslerini işittim ve içeriye girdim. Ne yaptıklarını görmek istedim. İbadetlerini görünce çok beğendim. Ben de onlar gibi ibadet etmek istedim. Allah’a yemin ederek onların dinlerinin, bizim inandığımız Mecusilikten iyi olduğunu söyledim. Gün batıncaya kadar orada kaldım ve sonra babamın köyünü terk ettim. Oraya gitmedim. Sonra kilisede Hıristiyanlığa nasıl gireceğimi sordum. Bana Şam’a gitmemi tavsiye ettiler. Babama döndüm. O, bütün işlerini bırakıp beni aramak üzere peşime düşmüştü. Yanına vardığımda: “Neredesin oğlum?” diye sordu. Ben de cevaben şöyle dedim. “Babacığım, kendilerine ait bir kilisede ibadet etmekte olan insanlara uğradım. Yaptıkları ibadet çok hoşuma gitti. Allah’a andolsun ki, gün batıncaya kadar yanlarından ayrılmadım.” Bana şöyle dedi: “Yavrucuğum, Hıristiyanlık pek hayırlı bir din değildir. Senin ve atalarının dini olan Mecusilik ondan daha iyidir.” Ben de: “Hayır, Allah’a andolsun ki Hıristiyanlık, bizim inandığımız Mecusilik dininden daha hayırlıdır” diye cevap verince, babam ayağıma bukağı (zincir) vurdu. Sonra beni eve hapsetti.
Daha sonra Selman, babasının vurduğu bukağıdan kurtulmanın yolunu bulmuştur. Sözlerini şöyle sürdürüyor: “Şamlı Hıristiyanlardan bir ticaret kafilesi size gelecek, beni onlara anlatın, işlerini tamamladıktan sonra bana uğrasınlar, diye onlara bu haberi gönderdikten sonra onlar, ticaret kafilesine benim durumumu anlatmışlardı. Kafile işlerini tamamlayıp memleketlerine dönecekleri zaman yanıma geldi. Ben de ayağımdaki bukağıyı atıp onlarla beraber yola koyuldum.
Nihayet Şam’a vardım. Burada Hıristiyanlık konusunda en bilgili kişinin kim olduğunu sordum. Bana kilisedeki bir papazı gösterdiler. Papazın yanına vardım ve ona Hıristiyanlığa girmek istediğimi, kendisiyle beraber kalmak arzusunda bulunduğumu bildirdim.”
(Selman-ı Farisi bu papazın yanında bir müddet kaldıktan sonra papazın ölmesi üzerine başka bir papazın yanına gitmiştir. O papazın ölümü esnasında tavsiyesi üzerine Musul’da bir papazın yanına gitti. Onun da ölümü vaktinde Nusaybin’deki bir adamın yanına gitmiş. Onun da vefatı esnasında, Selman’ın tavsiye istemesi üzerine şöyle demiştir:)
“Evladım! Tuttuğumuz hak yolda bulunan bir kimse göremiyorum. Yanına emin olacağın bir kimse tanımadığım için, sana bu hususta bir tavsiyede bulunamıyorum. Ancak yakında bir peygamber, Arap topraklarından çıkacaktır. İki tarafı ateş gibi yanan taşlarla çevrili bir beldeye hicret edecektir. O beldenin çevresinde hurmalıklar bulunacaktır. Kendisinde, herkese görünen bazı nübüvvet alametleri olacaktır. Hediyeyi kabul edecek, ama sadaka almayacaktır. İki omzu arasında peygamberlik mührü olacaktır. Eğer o ülkelere varıp bu peygamberin yanına gidebileceksen git.”
Selman, yükünü bağlayıp Mekke yoluna koyuldu. Oradan da Medine’ye gitti. Yolda Kelb kabilesinden bazı tüccarlarla karşılaştı. Onlara “Beni Arap diyarına götürürseniz karşılığında size şu sığırlarımla davarlarımı veririm” dedi. Onlar da bu pazarlığa razı oldular. Ancak kendisine hile yapıp tuzak kurdular. Mekke’ye varmadan kendisine hainlik ettiler ve onu köle olarak bir Yahudi’ye sattılar. Fakat Selman, kendini Rabbine teslim etti. Hak dini bulmak amacıyla çeşitli beldeler dolaşmıştı. O, kendi şeriati gereğince Allah’a ibadet etmek istiyordu. Babasının gölgesindeki konforlu yaşamayı terk etmiş, hidayeti bulmak maksadıyla çöllere düşmüştü.[3] Kendisi anlatmaya devam ediyor.
“Vâdi’l-kurâ’ya erişince, bana zulmettiler. Beni köle olarak bir Yahudiye sattılar. Yahudinin yanında bir müddet kaldım. Vadi’l-kurâ’daki hurma ağaçlarını görünce:
‘Burası Ammûriye’deki efendimin bana tarif ettiği, ahir zaman peygamberinin göçeceği yer mi ola?’ diye ümitlendimse de, buna kalbim pek de yatışmadı.
Ben Vâdi’l-kurâ’da Yahudi ağamın yanında bulunduğum sırada, Kurayza oğulları Yahudilerinden olan amcasının oğlu Medine’den geldi ve beni ağamdan satın alıp Medine’ye götürdü. Vallahi, Medine’yi görür görmez, Ammûriye’deki efendimin tarif ettiği ahir zaman peygamberinin hicret yurdunun burası olduğunu tanıdım ve anladım. Artık Medine’de oturdum durdum. Halbuki, Resûlullah Aleyhisselam peygamber olarak gönderilmiş, Mekke’de ne kadar kalmışsa kalmış. Fakat ben kölelik meşguliyeti içinde bulunduğumdan onun hakkında hiçbir şey işitmemiştim. Sonra, kendisi Medine’ye hicret edip gelmiş. Vallahi, yine de haberim olmamıştı. Ben, bir gün, hurma ağacının başında ağama ait işlerden bazılarını yapıyordum, ağam da altımda oturuyordu. O sırada, ağamın amcasının oğlu gelip Yahudi ağamın başına dikildi ve:
‘Ey filan! Allah, Kayle oğullarının Evs ve Hazrec kabilelerinin belâlarını versin!
Vallahi, onlar Mekke’den yanlarına gelen, peygamber dedikleri bir adamın başına Kuba köyünde toplanmış bulunuyorlar!’ dedi.
Bunu işitir işitmez beni öyle bir titreme tuttu ki, neredeyse ağamın üzerine düşeceğim sandım!
Ağamın amcasının oğluna:
‘Ne dedin? Ne dedin?’ diyerek hemen hurma ağacından indim.
Ağam kızdı, bana şiddetli bir tokat vurdu ve:
‘Bu senin neyine gerek, seni ne ilgilendirir? Sen işinin başına git!’ dedi. Ben de:
‘Bir şey yok! Ancak onun ne dediğini anlamak istedim’ dedim. Yanımda biriktirmiş olduğum biraz yiyecek vardı. Akşam olunca, onları alıp Kuba köyünde bulunan Resûlullah Aleyhisselama gittim, yanına girdim. Kendisine:
‘Senin salih bir zât olduğunu işittim. Yanında da, muhtaç, kimsesiz sahabilerin varmış! Şu şeyleri, sadaka olarak vermek üzere, yanımda bulunduruyordum. Buna, sizi başkalarından daha lâyık gördüm!’ diyerek, onları kendisine uzattım.
Resûlullah Aleyhisselam, ashabına:
‘Alınız, bunu yiyiniz!’ buyurdu, elini çekti ve ondan hiç yemedi.
Kendi kendime:
‘Bu, bir!’ dedim.
Sonra, onun yanından ayrılıp yerime döndüm. Yine biraz bir şeyler biriktirmiştim. O sırada, Resûlullah Aleyhisselam da Medine’nin içine gelmiş bulunuyordu. Resûlullah Aleyhisselamın yanına varıp:
‘Senin sadakadan yemediğini gördüm. Bu, sana ikram olmak üzere hazırladığım bir hediyedir!’ dedim.
Resûlullah Aleyhisselam, hemen ondan yedi ve ashabına da emretti, onlar da kendisiyle birlikte yediler. Bunun üzerine, kendi kendime:
‘Bu, iki!’ dedim. Bundan sonra, Resûlullah Aleyhisselamın Bakiyyü’l-Garkad’da bulunduğu sırada yanına vardım. Kendisi oraya ashabından birisinin cenazesi peşinde gitmişti. Resûlullah Aleyhisselam, ashabı arasında oturuyordu. Üzerinde her tarafını bürüyen iki ihram vardı. Kendisine selam verdim. Sonra da Ammûriye’deki efendimin bana tarif ettiği peygamberlik mührünü görebilir miyim, diye arkalarına bakmak için arka taraflarına geçtim. Resûlullah Aleyhisselam, bana tarif edilen şeyi görmek için arkaya geçtiğimi anlayınca, arkasından ridasını sıyırdı. Peygamberlik mührünü görünce tanıdım! Üzerine kapandım, öptüm ve ağlamaya başladım. Resûlullah Aleyhisselam bana:
‘Bu tarafa dön!’ buyurdu. Gelip önlerinde oturdum.
Ey İbn Abbas! Sana anlattığım gibi, başımdan geçeni ona da anlatmıştım. Benim bu kıssamı ashabının da işitmiş olmaları, Resûlullah Aleyhisselamın pek hoşuna gitmişti. Esirlik, kölelik, bu Selman’ı uğraştırmış, oyalamıştır. Bunun için Bedir ve Uhud savaşlarında Resûlullah Aleyhisselamla birlikte bulunma imkânını bulamamışımdır.”[4]
İşte böyle. Meğer hak sevdalısı ne yiğitler varmış. Ehl-i beytten olmak, Resul-i Ekrem’in kolları altına girmek öyle boşuna değilmiş.
Aramak, aramak ve yine aramak. Hakikati, doğruyu, Allah’ın rızasını arayıp çabalamak. Zahmet ve meşakkatlere katlanıp sabretmek. Mağduriyetler pahasına da olsa direnmek. Yıkılmadan ayakta kalabilmek. Günahlara dalınmışsa da, kötülüklere bulaşılmışsa da, görevde tembellik edilmişse de, bir çizgi çekip İslam’a yürümek, Hz. Muhammed’in (sav) yoluna koyulmak. Yürürken çabalamak. Feragat edebilmek. Takva azığıyla gıdalanmak. Azmedip rahatlıktan vazgeçebilmek. Nefsanî arzuları kırıp gemleyebilmek. Yürek zincirlerini koparıp Allah’ın yoluna revan kervana, hakka yol almak. Selman’ın (ra) yaptığı da bu değil mi?
Öyleyse her birimiz şunu demeliyiz:
Ben ezelden beridir, hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım[5]
“…Resulullah (sav) elini Selman’ın omzuna koydu sonra ‘Eğer iman Süreyya yıldızının yanında bile olsa şunlardan bir adam veya birtakım adamlar ona uzanıp alırlar’ buyurdu.”[6]
İnzar Dergisi
[1] Yunus Emre
[2] En'am: 161
[3] Son Peygamber, M. Ebu Zehra
[4] İslam Tarihi M. Asım Köksal
[5] M. Akif Ersoy
[6] Sahih-i Buhari, Tecrid-i Sarih; 1758. Hadis
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.