Buruc Sûresi Işığında Ashab-ı Uhdud

Buruc Sûresi Işığında Ashab-ı Uhdud

Bu kısa sûre iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce esaslarından bahsetmektedir.

Bu sûre Mekke’de nazil olmuş 22 ayettir. Sûrenin temasına bakıldığında sûre, kafirlerin mü’minlere karşı besledikleri öfkeye ve mü’minlerin onlardan gördükleri sıkıntılara katlanarak Allah yolunda şehid olmakla büyük kurtuluşa erdiklerine dair, mü’minlere vaadi, kafirleri tehdidi ve Kur’an’ın büyüklüğünün uyarısını içerir. Bu sûrenin Mekke’li müşriklerin Mü’minlere işkence yapmaları nedeniyle indiği, konunun temasından anlaşılıyor.

Bu kısa sûre iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce esaslarından bahsetmektedir. Ele aldığı konular son derece önemli ve büyük konulardır. Her ayeti hatta bazen her kelimesi ihtiva ettiği açık hakikat ve manaların gerisinde hakikatlerle dolu bir alemin kapılarını insanlığa açmaktadır. Sûrenin esas mevzusunu ise Uhdud Ashabı’nın kıssası teşkil etmektedir.Kıssanın oluşumu hakkında bir çok rivayet vardır. Bunlardan en kuvvetli olanı Ahmet b. Hanbel’in Afvan…Suheyb’den naklettiği hadistir. Buna göre Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Sizden önceki kavimlerde bir kral ve onun büyücüsü vardı. Büyücü yaşlanınca krala dedi ki : “Ben yaşlandım, ecelim geldi. Binaenaleyh bana bir genç ver de ona büyü öğreteyim” Kral ona bir delikanlı verdi ve o da delikanlıya büyü öğretmeye başladı. Büyücü ile kral arasında bir de rahip vardır. Delikanlı rahibin yanına geldi ve onun sözlerini dinleyip ona hayran oldu. Sözlerine bağlandı. Delikanlı Büyücünün yanına geldiğinde büyücü delikanlıyı dövüp, “Seni tutan nedir” dedi. Ailesinin yanına geldiğinde onlar delikanlıyı dövüp, “Seni tutan nedir?” dediler. Delikanlı bunu rahibe dert yanarak anlattı. Rahip dedi ki: “Büyücü seni döveceği zaman, ‘ailem beni tutukladı’ de. Ailen sana zarar vereceği zamanda: ‘Büyücü beni tutukladı’ de.”

Onlar bu durumda iken bir hayvan yüzünden büyük bir musibet gelip çattı ve insanları içeri tıkadı. Onu aşıp çıkaramadılar. Delikanlı dedi ki: “Bugün ben rahibin durumunun mu Allah katında daha iyi olduğunu yoksa büyücünün durumunun mu daha iyi olduğunu öğrenirim.” Bir taş aldı ve, “Allah’ım, eğer rahibin durumu Senin için daha iyi ve büyücünün durumundan daha sevimli ise bu hayvanı öldür de insanlar onun endişesinden kurtulup dışarı çıksınlar” dedi. Taşı attı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar böylece onun tehlikesinden kurtuldular. Delikanlı bu durumu rahibe haber verince rahip dedi ki: “Yavrucuğum sen benden daha üstünsün ve ileride deneneceksin. Denendiğin zaman benim aleyhimde yol gösterme.”

Delikanlı Allah’ın izin ve inayetiyle sağırları işittiriyor, dilsizleri konuşturuyor ve diğer hastalıkları iyileştirerek onları tedavi ediyordu. Kralın meclisinde bulunan arkadaşlarından birisi kör olmuştu, delikanlının ününü duydu ve ona pek çok hediyelerle gelip: “Beni hastalığımdan kurtar da şurada bulunanların hepsi senin olsun” dedi. Delikanlı: “Ben kimseyi hastalıktan kurtaramam, ancak Aziz ve Celil olan Allah kurtarır. Eğer O’na iman edersen ben de senin için Allah’a dua ederim de seni iyileştirir” dedi. O da Allah’a inandı ve delikanlı onun için Allah’a dua etti, adam iyileşti. Sonra adam hükümdarın katına geldi ve her zaman oturduğu yere oturdu. Hükümdar ona: “Ey falanca, gözünü sana  kim verdi?” deyince adam: “Rabbim” dedi. Hükümdar: “Ben mi?” deyince adam: “Hayır benim ve senin rabbin olan Allah” dedi. Hükümdar : “Senin benden başka rabbinde mi var?” dedi. Adam: “Evet, benim ve senin Rabbin olan Allah” dedi. Ve hükümdar adama işkence yapmaya başladı. Nihayet adam delikanlıyı haber verdi. Hükümdar ona elçi gönderip çağırttı ve dedi ki: Çocuğum sen sağırları duyuracak, dilsizleri konuşturacak kadar büyüde ilerledin ve şu hastalıkları iyileştirecek kadar geliştin” dedi. Delikanlı: “Ben kimseyi iyileştiremem. Yalnız ve yalnız Aziz ve Celil olan Allah şifa verir” dedi. Hükümdar “Ben mi?” deyince, delikanlı: “Hayır” dedi. Hükümdar ona: “Senin benden başka rabbin mi var?” dedi. Delikanlı : “Benim de Rabbim senin de rabbin olan Allah” dedi. Hükümdar onu da alıp işkence etmeye başladı ve işkenceye devam edince delikanlı rahibi haber verdi. Rahip gelince ona, dininden dön denildi. Rahip bunu yapmadı. Hükümdar testereyi rahibin başının ortasına koydu ve onu ortadan iki parçaya ayırdı. Kör olan adama; “Dininden dön” dedi. Adam bunu yapmayınca testereyi başının ortasına koydu ve yere kadar onu ikiye parçaladı. Delikanlıya; “Dininden dön” dedi. O bunu yapmayınca bir toplulukla birlikte onu falanca ve falanca dağa yolladı ve onlara dedi ki: “Dağın tepesine vardığınızda eğer dininden dönerse döner, yoksa dağın tepesinden onu fırlatın.” Adamlar onu dağın tepesine götürdüler ve dağa çıkınca delikanlı dedi ki: “Allah’ım! Onlara karşı Sen dilediğin şekilde beni koru.” Bu duasından sonra dağ yerinden oynadı ve hepsi düştüler. Delikanlı araştırarak hükümdarın yanına geldi. Hükümdar ona: “Arkadaşların ne yaptılar” dedi. Delikanlı: “Onlara karşı Allah bana yetti” dedi. Bunun üzerine hükümdar bir grup adamıyla birlikte onu bir sandala bindirerek, dedi ki: “Denizin dalgalı yerine vardığınızda dininden dönerse döner, yoksa onu denize atıp boğun” dedi.Onlar denizin dalgalı yerine gittiklerinde delikanlı: “Allah’ım! Dilediğin şekilde beni onlardan koru” dedi. Bunun üzerine hükümdarın adamlarının hepsi denizde boğuldular. Delikanlı dönüp geldi ve hükümdarın yanına girdi. Hükümdar: “Arkadaşların ne yaptı?” dedi. Delikanlı, Onlara karşı Allah bana yetti” dedi. Sonra hükümdara dedi ki: “Benim sana söyleyeceğimi yapmadıkça beni öldürmeye gücün yetmez. Eğer benim sana bildirdiğimi yaparsan beni öldürürsün.” Hükümdar: “Neymiş o?” deyince, delikanlı dedi ki: “Sen, insanları yüksekçe bir yerde toplarsın, sonra beni bir hurma kütüğüne asarsın, tirkeşinden bir ok alırsın ve delikanlının Rabbi olan Allah adına der ve atarsın. Eğer böyle yaparsan beni öldürürsün.” Hükümdar böyle yaptı ve oku yayının atış yerine koydu. Sonra: “Delikanlının rabbi olan Allah adına” deyip attı. Ok delikanlının gözüyle kulağının ara yerine isabet etti ve delikanlı elini okun değdiği yere koyup öldü. Bunun üzerine halk: “Delikanlının Rabbine inandık” dediler. Hükümdara: “Görüyor musun Allah’a and olsun ki korktuğun şey başına geldi. Halkın hepsi iman etti” denildi. Bunun üzerine hükümdar, demirci başına emretti de her taraftan çukurlar kazıldı. Ve ateşler yakıldı. Hükümdar dedi ki: “Kim dininden dönerse onu bırakın, dönmeyenleri ateş çukuruna atın. “Orada birbirlerine karşı savunuyor ve mücadele veriyorlardı. Nihayet yavrusunu emziren bir kadın getirildi. Sanki kadın eğilip ateşe düşmek üzereydi, çocuk dedi ki: “Anneciğim sabret, sen muhakkak 0  hak üzeresin.”

Bu sûrede varid olduğu üzere, Eshab-ı Uhdud’un kıssası gerçekten de her zaman ve her mekanda Allah davasında olanların üzerinde çok düşünmeleri gereken bir kıssadır. Sûreye eşlik eden prensip ve teveccüh, takip edilen metot ve bu sûreyle Allah’a davet metodunun tabiatı ve ideolojisi üzerinde, bu konudaki insan fonksiyonu ve insandan beklenen tahammül gücü hususunda derin çizgiler belirtmekte ve çizmektedir. Bu sûrede Kur’an-ı Kerim, Mü’minler için yoldaki işaretleri çizmektedir. Kader planında üzerine düşen vazifelerini benimsemek için Allah-u Teala’nın gizli gayb hazinesindeki hikmetine muvafık olarak nefisleri hazırlamaktadır.

Bu kıssa, Rabbine iman eden ve iman hakikatlerine sarıldığını açıkça ilan eden bir kitlenin kıssasıdır. Aziz ve Hamid olan Allah’a inanmak hakkını despotça ayaklar altına alıp dikta ve zulüm üzere rejim kuran Allah düşmanları tarafından çeşitli fitnelere maruz kalan bir toplumun kıssasıdır. Bu despotlar insanın Allah katındaki şerefini de ayaklar altına almakta ve yaptıkları çeşitli işkence ve azaplarla bir oyuncakla oynarcasına, mü’minleri ateşe attıklarında Müslümanların karşılaştıkları manzarayla eğlenmektedirler.

Ne var ki bu imanlı kitlenin kalbinde yer alan iman duygusu her türlü fitnenin üstüne çıkmakta ve kalplerdeki akide, hayata karşı muzaffer olmaktadır. Diktatörlerin tehdidi karşısında eğilmemekte, dininden dönmemekte, şehid oluncaya kadar ateşte yakılmalarına rağmen davalarına sadakat göstermektedirler. Aslında bu kalpler hayata kulluktan kurtulmuşlar, ölümle yüz yüze gelirken hayat sevgisini küçümsemiş yeryüzünün bağlarından kurtulmuş ve her türlü cazibelerden azad olmuşlardır. Böylece yaşam karşısında akidenin galip gelmesiyle bizzat kendi varlıklarının da üstüne çıkmışlardır.

İşte zalim despotların işledikleri iğrenç hadise, işte onların tepe takla yuvarlandıkları pis çirkeflik…Ama onlar yine bu şiddetli, korkunç ve pis işkence sahnelerini seyretmekten zevk alıyorlar. Vahşi bir hayvanın bile yapmadığı kötülüklerden zevk alıp eğleniyorlar. Vahşi hayvanlar avını yemek ve açlığını gidermek için saldırır. Yoksa avının nasıl acı çektiğini görerek zevk almak için değil.

Aynı hadise, Mü’minlerin ruhen yücelmelerini hürriyete kavuşmalarını ve o üstün zirveye, en son noktaya yani “Mele-i A’la’ya kanatlanmalarını, asırlar ve nesiller boyu insanlığın hasretle gözlediği ufuklara yükselmelerini sağlıyor.

Allah’ın ölçüsünde en büyük değer, akidenin taşıdığı değerdir. Allah-u Teala’nın pazarında en çok revaç bulan mal, iman malıdır. Zaferin en üstün şekli ruhun maddeye karşı zaferidir. İmanın işkencelere karşı üstünlüğü, inancın fitnelere karşı galibiyetidir. İşte bu kıssada mü’minlerin ruhu korku ve işkencelere galip geliyor. Yeryüzünün cazibelerine ve hayatın çekiciliğine karşı muzaffer oluyor. Fitneyi öyle bir mağlubiyete uğratıyor ki bütün asırlar boyunca insanlık böyle bir zaferin müjdesini bekliyor.

Şüphesiz bütün insanlar ölecektir. Allah-u Teala’nın seçip şereflendirdiği, gözetip koruduğu insanlar hariç, insanlık hiçbir zaman böyle bir zafere, böyle bir yüceliğe, böyle bir hürriyete ulaşamayacak ve böyle bir kanatlanışla yüce ufuklara uçamayacaktır.

Onlar ateşin yalımlarıyla yüz yüze gelirken kazançlıydılar. Korkunç ateşin fani cesetlerini yaladığı zamanda şerefliydiler. Ateşin temizlediği bu şerefli mana ile asıl zaferi kazandılar. Savaş alanı yalnız yeryüzü değildir. Bu savaşın seyircileri de nesillerden yalnız bir nesil de değildir. Bundan sonra olacakların hepsi Ahirette meydana gelecektir. Ahiret sahası, yeryüzü sahasından daha geniş ve daha köklüdür. Ayrılık asla söz konusu değildir. Ne pratik hayatta, ne de hakikatte, Mü’minin böyle bir şey hissetmesi söz konusu değildir. Öyleyse savaş bitmemiştir. Bu savaşın gerçek sonucu ve nihai neticesi alınmamıştır. Onların aleyhindeymiş gibi görünen yeryüzünün hükmü ise sağlam bir hüküm değildir. İşte bunun için Allah-u Teala’nın Mü’minlere vaadi; iman ve taatin mükafatı belalara karşı sabır, hayatta karşılaşılan fitnelere karşı direnme ve gönül huzurudur. “Onlar ki inanmışlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin gerçekten kalpler Allah’ı anmakla huzura kavuşur.” (Rad:28)

İşte böylece Mü’minlerin hayatı “Mele-i A’la”daki hayatla alaka kuruyor, dünya ve ahirete bağlanıyor. Şu halde hayır ile şer, hak ile batıl, iman ile küfür arasındaki savaş sahnesi yalnız yeryüzü değildir. Ayrıca dünya hayatındaki zevkler, acılar ve mahrumiyetler ilahi mizanda yüce değerleri ifade etmezler. Şu halde zaman ve mekanda saha genişliyor. Mü’min nefislerin ufukları sonsuzluğa varıyor. Yeryüzü ve içinde bulunan her şey küçülüyor. Dünya hayatı ve onunla ilgili her şey basitleşiyor. Mü’min, gördüğü ufuklar ve hayatlar nispetinde büyüyor ve gelişiyor. İşte “Uhdud” kıssası bu yüce, engin, şümullü ve büyük düşünce sisteminin inşasında en üstün zirveyi ve en yüce noktayı temsil ediyor.

Her şartın ve durumun ötesinde Allah’ın bir hikmeti vardır. Bu kâinatta her şeyi idare eden, kainattaki hadiseleri düzenleyerek aralarındaki münasebeti sağlayan ve gayb perdesinin gerisindeki gizli hikmetleri bilen O’dur. İnsanlık tarihinin bazı kesitlerinde yaşanan kimi hadiseler gözlerimizin önüne serilmektedir. Belki de o hadiseyi yaşayanlar niçin böyle olduğunu soruyorlardı? Aslında bu sualler Mü’minin kaçınılması gereken cehaletin ifadesidir. Çünkü Mü’min hadiselerin gerisinde bir hikmetin olduğunun bilincinde olmalıdır. Mü’minin zihninde sahalar geniştir. Zaman ve mekan içerisindeki mesafeler uzaktır. O’nun sahip olduğu değer ve ölçüler başlangıçta böyle bir sual irad etmeyi ve düşünmeyi önler. Ve Mü’min kaderin devresine kapılarak selamet ve huzur içerisinde yolunda ilerler.

Uhdud kıssasını müteakiben Allah-u Teala, buyurduğu şu hükümde başka bir gerçeğe işaret etmektedir:

“Mü’minlere öfkelenmeleri ancak Aziz ve Hamid olan Allah’a iman etmeleri sebebiyle idi.” Bu gerçek, Allah davasına inananların her zaman ve mekanda üzerinde durup düşünmeleri gereken bir noktadır.

Bu noktadan yola çıkarak, Mü’minler ile Allah-u Teala’nın düşmanları arasındaki mücadele ne siyasi, ne iktisadi, ne ekonomi, ne de ırk ayırımına dayalı bir mücadeledir. Şayet mesele bu saydıklarımızdan herhangi biri olsaydı, durdurulması gayet kolay olurdu. Böyle bir problemi çözmek basitleşirdi. Ne var ki bu savaş temelden bir Akide savaşıdır. Kafirler, mü’minlerin sahip olduğu imanı çekememektedirler. Onları öfkelendiren yalnız Mü’minlerin akideleridir.

Allah azze ve celleden dileğimiz odur ki, her an hepimizi kuşatabilecek olan, asıl yok oluşu bize tattıracak olan cehennemin çukurlarına düşmekten bizi ve tüm insanları muhafaza edecek tahkiki bir iman ve onunla amel edecek bir anlayışı bize nasip etsin (amin velhamdullilahi rabbil alemin).

İnzar Dergisi

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.