Darbeci miydi, demokrat mı?

1960, 1971 ve 1980 darbeleri… Muhtıralar… 28 Şubatlar… E-Muhtıralar…

Geçen 27 Mayıs’ta darbe karşıtı sesler dört bir yandan yükselince, biz de konu ile ilgili düşüncelerimizi izhar edelim istedik…

Darbeleri bol olan ve adeta darbe üreten bir ülkeyiz. Bir darbenin sene-i devriyesi gelmeyegörsün, yerden mantar gibi bitercesine peyda oluyorlar ve birer demokrasi havarisi olarak çıkıyorlar karşımıza… TV ekranları, gazete köşeleri ve siyasi platformlar günlerce bu kişilerden geçilmiyor. Hani, Cemaziyülevvellerini bilmezseniz, her birini birer demokrasi, hak ve özgürlükler abidesi diye elinden öpesiniz gelir. Sanırsınız ki, Türkiye’deki darbeleri yapanlar, Türkiye’nin başbakanını, bakanlarını, gençlerini, aydınlarını ve kısaca bu ülkenin insanlarını idam edenler, sürgüne yollayanlar, zindanlara tıkanlar ve faili meçhullere kurban edenler aramızdan çıkmamışlar da gökyüzünden inmişler veya başka ülkelerden gelmişlerdir. Oysa içlerindeki bir avuç dürüst insanı dışta tutarsak, sağdan sola, soldan sağa, aydınından din adamına, Atatürkçüsünden sosyalistine ve milliyetçisinden muhafazakârına kadar bu demokrasiden dem vuranlar yalan söylüyorlar, takiye yapıyorlar ve ikiyüzlü oynuyorlar. Çünkü darbeleri eleştiriyorlar, ama bu darbeleri doğuran ve her defasında darbecilere hamilik yapan rejime bir çift sözleri yoktur.

Doğrusu toplumumuz hem “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün hakikatte bir karşılığının olmadığının ve hem de bu rejimin ve dolayısıyla anayasasının demokratik değil, daha çok darbeci olduğunun bilincindedir. Bunun için gücünün yettiğince seçimlerini hep doğru yapmıştır. Ancak seçtikleri kişiler ve partiler her zaman gücünü ve meşruiyetini rejimden ve anayasadan alan zorbaların zulmüne uğradılar. Bazen de seçilenlerin kimi kendi ihtiraslarına yenik düşerek emanete hıyanet ettiler. Fakat bunları enine boyuna ve derinlemesine değil, hala yüzeysel tartışabiliyoruz ancak. Çünkü bu rejimin darbeyi özendiren ve demokrasiyi öteleyen bir özelliği ve o içerikte bir anayasası var: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” hükmü ile milletin iradesini esas alırken, “Anayasanın birinci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve üçüncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddesi ile milletin iradesini ve egemenlik hakkını gasp ediyor. Sizce de bunun adı, bir zümreye istediği zaman darbe yapma yetkisi ve hakkı vermek değil mi?

Neden mi, darbecileri ve darbelerin tarihini Atatürk’ten başlatmalı diyoruz? Çünkü dikkat ederseniz, FETÖ de dâhil, bütün darbeler meşruiyetlerini Atatürk’e ve onun ilkelerine dayandırıyorlar. Atatürk’ün darbeci olmadığının ispatı ile birlikte hem darbecilerin Atatürk’ü istismar etmelerinin ve hem de meşruiyetlerini Atatürk’e dayandırmalarının önüne geçilmiş olur. Darbeyi yapanların diğer bir sığınakları da ülkenin anayasaları olagelmiştir. Zaten anayasaların hemen hemen hepsinin birer darbe ürünü olması başlı başına darbeciliğe davetiye değil mi? Öyleyse bu darbe karşıtı olduklarını iddia edenlerin yapmaları gereken ikinci bir iş de, anayasayı demokrasinin ölçülerine vurmaktır.

Bu endişelerimizden ve gerekçelerimizden hareketle darbe karşıtı ve demokrasi yanlısı olduklarını iddia edenlere şu çağrıda bulunuyoruz: Demokrasinin ve Darbenin evrensel tanımlarını büyük harflerle yazıp önünüze koyunuz ve evvela Atatürk’ü; sözlerini, eylemlerini ve ilkelerini ve ikinci olarak da anayasayı bu ölçülere vurunuz. Tabii, bunu yapmak için demokrasi konusunda samimi olmanız ve Atatürk’ün, dolayısıyla anayasanın sizi çarpacağı korkusu hissetmemeniz gerekir ki, bu bir erdem ve bir bedel gerektirir. Türkçe’yi bilmeyenler bu sözümüzü Atatürk’e hakaret olarak alıp mal bulmuş mağribi gibi hemen saldırıya geçmesinler. Çünkü “Atatürk’ün çarpması” demek, halk arasında da sıkça duyduğumuz, (hâşâ)“kitabın çarpması” ve “ekmeğin çarpması” deyimleri gibidir. Yani dememiz o ki, Atatürk Anıtkabir’den kalkıp çarpmaz, ama onun adına çarpacaklar vardır. Zaten Arapça bir kelime “darbe” de “vurmak” ve “çarpmak” değil mi?

Sonuç olarak diyoruz ki, 1923’ten bu yana koca bir yüzyılı katliamlarla, darağaçlarıyla, sürgünlerle, darbelerle ve hiç eksik olmayan korkularla geçirdik, ama 2023 de bunun tekrarı olmasın! Bunun için de bu ülkenin vatandaşları olarak sorumluluğumuzu kuşanmalı ve önümüzdeki üç yılı zihnimizdeki sorulara cevap ve sorunlarımıza çözüm bulmakla geçirmeliyiz. Mesela Atatürk’ün bir tanrı mı ve ilkelerinin kutsal birer buyruk mu olduğu sorusundan başlayabiliriz. Çünkü Atatürk’ün etrafını saran şeytan üçgenini darmadağın edip de Atatürk’ü olduğu gibi tanımadığımız ve tanıtmadığımız sürece Atatürk’ü istismarın devam edeceğini biliyoruz. Hâkimiyetin kimde olduğu sorusuna da açıklık getirmeliyiz. Bir de Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu iddia etmemizin bizi mevcut anayasayı da “değiştirilebilir bir kul yapısı mı veya değiştirilemez bir tanrı buyruğu mu?” sorusu çerçevesinde tartışmaya götürdüğünü artık bilmezlik yapamayız!

Mayınlara basmadan yürüyelim derken, yazımız da yine uzadı… Atatürk’ün bir darbeci mi veya demokrat mı olduğu sorusundan girdik, Atatürk’ün etrafını saran şeytan üçgenini toplum olarak dağıtmamız gerektiği tespitinden çıktık. İnşallah başka bir yazıda da bu şeytan üçgenini irdeleriz. Bu vesile ile Atatürk’ü olduğu gibi tanımaya ve tanıtmaya bir nebzecik katkımız olursa ne mutlu!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.