Abdulhakim SONKAYA
Değerler Savaşı
Dünyadaki yaklaşık her dört kişiden biri Müslümandır. Ama dünyadaki her dört kişiden birinin dini olan İslam, dünya siyasetinin dışında tutuluyor. Dünya ile ilgili kararlar alınırken İslam'ın değerleri dikkate alınmıyor; Müslümanların görüşleri yok sayılıyor.
Her topluluk, kendisiyle ilgili “yok sayılma” politikalarına tepki gösterir; “yok sayma sistemi”ni oluşturanlar için problem çıkarır, onların günlük gidişatını bozmaya çalışır.
Dünyadaki mevcut durum, bundan da ibaret değildir. İslam'ı ve hatta Müslümanları dünyayla ilgili karar mekânizmasının dışında tutan uluslararası sistem, Müslümanların çoğunlukta oldukları ya da bütün nüfusu oluşturdukları coğrafyalarda bile kendilerini inançlarına uygun yönetmelerine ve kendi değerlerini koruyacak mekânizmalar inşa etmelerine izin vermiyor. Korkunç bir hırsla dünyanın her karışını sahiplenerek Müslümanların bir tür “özerk” yapı içinde kalmalarını dahi engelliyor.
Müslümanlar, Batı ülkelerinde ya da Batı'ya açık ülkelerde bir yana dünyanın en ücra köşelerinden birinde bile kendi değerlerini yaşatma girişiminde bulunduklarında karşılarında uluslararası sistemi ve onun uzantılarını buluyor. Baskı öylesine şiddetli ki İslamî değerlerin korunması ve yaşatılması imkânsız gibi oluyor.
Uluslararası sistem, Çin'i, Japonya'yı, Hindistan'ı dize getirdi. Güçlü bir kültüre ve kalabalık bir nüfusa sahip bu ülkelerin şehirleri birer Amerikan şehrine döndü. Bu ülkelerin insanları, hani imkân bulsalar kendilerini bedenen bile Anglo-Sakson insana benzetecekler.
Müslümanlar, teknoloji bakımından o ülkelerin ulaştıkları noktayı önemli görse de onların değerler konusunda geçirdikleri değişimi yaşamak istemiyor; uluslararası sistemin bu yöndeki taleplerine kulak tıkıyor, baskısına direniyor.
Uluslararası sistem, Müslümanlardan bu baskıya boyun eğmelerini ve sessizce kendisine uymalarını talep ediyor. Bunu kabullenmeyen Müslümanlara hakaret ediyor; onları terör listesine alıyor.
Müslümanlar, ellerindeki kıt olanaklarla bu sürece karşı koyarken genç kuşaklarını süreçten korumakta başarılı oldukları konusunda kuşkular taşıyor, onları bu alanda zorlayan sebepleri araştırıyor, tespit de ediyor.
Yeni dünyada her şey gözler önünde cereyan ediyor: İslamî değerlerin aşınması, sadece tiyatro, sinema, televizyon ve internetin yayılmasının ya da uluslararası seyahat imkânlarının çoğalmasının tabii bir sonucu olarak gerçekleşmiyor.
Müslümanlar, uluslararası sistemin İslamî değerlere karşı planlı bir yıpratma ve tüketme çabası içinde olduğunu görüyor.
Batı, İslam dünyasına önce Haçlı ordularıyla geldi, sonra modern ordularla, en son sosyalizm, liberalizm gibi ideolojik kılıflarla hücum etti.
Otuz yıl öncesine kadar yoğunca yaşanan, bugün de kısmen devam eden ideolojik saldırılar, İslam'ın başarılı karşı koyma gücü sayesinde Müslümanları değerlerinin yok olması psikolojisine kitlesel anlamda sürüklemiyordu.
İdeolojik saldırıların onurlu bir tarafı da vardır. Saldırıyı gerçekleştirenler, bir düşünce ile gelir ve siz, ona bir düşünce ile karşı koyarsanız. Müslümanlar, diktatörlerin kendilerine yönelik ağır düşünce özgürlüğü kısıtlamalarına rağmen, kendilerine karşı örgütlenen ideolojileri, savunucularını alt etme keyfini, bu konuda tatmin olma halini fazlasıyla yaşadılar. Bir okuma düzeyine ulaşan neredeyse her Müslümanın hatıratında bir sosyalisti düşünsel olarak yenme keyfi vardır ya da bir liberali alt etme keyfi…
İslam dünyası, bugün bundan bambaşka bir saldırı ile karşı karşıya... Mantığı “değerler kamplaşması” etrafında örülmüş, bütünüyle ahlâksızlığa örgütlenmiş, bünyesinde onurdan yana hiçbir şey taşımayan rencide edici bir saldırıdır bu. İdeolojik saldırıda olduğu gibi cevap verme imkânının hiç olmadığı, yenilenin onurunun ayaklar altında alındığı bir saldırı…
Kadının veya erkeğin yoldan çıkarılması… Bireyin veya toplumun ahlâksal çöküntüye sürüklenmesi... Buna karşı nasıl bir cevap verilebilir ki? Saldırgan, erkek ve kadınları kandırarak gözler önünde kötülüğe sürüklüyor. Buna nasıl bir karşılık verilebilir?
Dünyanın dörtte birini bu şekilde rencide etmek, bu kadar taciz etmek fazlasıyla haddi aşmışlıktır, fazlasıyla tehlikelidir.
Uluslararası sistem, İslamî değerler dışındaki bütün değerleri “sekülerleştirme” aldatmacası altında yenmenin verdiği kibir ve İslam'ı yenememenin kendisinde yol açtığı kinle bu haddi aşmışlığı, bu tehlikeyi görmemekle kalmıyor, daha da ileri gidiyor: İslam âlemindeki veya Batı'da yerleşik Müslümanlardan yoldan çıkardığı kişileri kendisiyle siyasi bir ittifakın parçası haline getiriyor. Onların bütün varlığından İslam aleyhinde istifade etmeye kalkışıyor.
Uluslararası sistem, İslam âlemindeki günahkârları siyasi bir grup olarak örgütlüyor, koruma altına alıyor, müttefik ilan edip onlara yönelik her tür tedbiri engelliyor, onları yola getirmeye yönelik her tür adımın önüne geçiyor, onlara yönelik her tür cezalandırmayı kendi değerlerine karşı bir saldırı olarak görüyor. Bu saldırıyı, elindeki imkân bolluğuyla cezalandırma yoluna gidiyor.
Uluslararası sistem, günahı resmen kendi kutsalı ilan etmiş, o kutsala dokunmayı kırmızı çizgisinin aşılması olarak görüyor. Müslümanlar ise akideleri gereği, sürekli günaha karşı konumlanıyor. Bu, her hâliyle Müslümanlarla uluslararası sistemi karşı karşıya getiriyor.
Uluslararası sistem, Batı'ya göç eden Müslümanları, tuzağa düşürerek ya da ağır ekonomik problemler içinde bırakarak hırsızlık, uyuşturucu gibi suçlara müptela kılıyor. Ardından “Müslümanlar, suç işliyor” diye ilanda bulunarak Müslümanları göçmen oldukları ülkelerin toplumları gözünde küçük düşürüyor. O toplumların kendileri ile Müslümanlar arasına duvar örmelerine yol açıyor. İslam'ı günahkârlar üzerinden küçük düşürmeyi hedefleyen bu kirli oyunla, kendisine bağlı toplumları İslam'dan uzak tutmaya çalışıyor. O toplumların kalbine İslam'a karşı nefret aşılıyor.
Uluslararası sistem, İslam dünyasında uç grupların oluşmasına yol açarak bu grupların eylemleri üzerinden Batı'daki toplumlar içinde İslam'a karşı yapay bir korku oluşturuyor. Bu korku, Batı'da yaşayan Müslümanlara yönelik nefret ve dışlama olarak günlük yaşama yansıyor.
“Kendini İslam'dan koruma” adı altında meşrulaştırılmaya çalışılan bu hileleri ifşa edenler, iftiralara maruz kalıyor.
Uluslararası sistem, dünyayı değerler açısından adeta üçe ayırmış: Batılı değerlerin sahipleri, o değerlere boyun eğenler ve o değerlere karşı duranlar. Üçüncü grubu yalnız Müslümanlar, oluşturuyor. Bu yaklaşım; Müslümanlarla, Batılı değerleri iktidarının aracı haline getiren uluslararası sistemi karşı karşıya getiriyor. Dünyayı ilan edilmemiş ancak tarafları herkesçe bilinen bir değerler savaşı arenasına dönüştürüyor.
Bu savaşta, Batılı değerler, siyasi ve askeri bir güce sahipken, İslamî değerler sadece sosyal bir güce sahip kalmış durumda.
Bu güç dengesizliğine rağmen İslam'ın Batılı değerler karşısında ayakta kalmayı sürdürdüğü görülüyor. Bu da İslam'ın hak olduğuna dair inancı Müslümanlar içinde güçlendirirken diğer toplumlar içinde de yayıyor.
Değerler savaşı, diğer savaşlara benzemez. Yanlış olan, hangi güçler tarafından sahiplenilirse sahiplenilsin eninde sonunda yenilgiyle yüz yüze kalıyor. Uluslararası sistem, bu süreci geciktirmeye çalışıyor. Bu geciktirme sürecinde her tür kirli oyunu kendi açısından meşru görüyor.
Müslümanlar, güçlerini temiz olmaktan alıyor. Uluslararası sistem, onları bu kirli oyunun içine çekerek değerler savaşı verirken değersizleştirmeye çalışıyor. Suriye, Irak veya Pakistan... Ne yazık ki bazı kesimler, bu tuzağa düşüyor. Kendilerinden habersiz zavallı insanları, camisinde, çarşısında, sokağında kendi günlük yaşamını sürdürürken “dehşet oluşturma” adına katlediyor.
Bu, İslam'ın değerler savaşında kendisine karşı oynanan oyunlarla içine düştüğü bir krizdir. Bu kriz de eninde sonunda aşılacaktır.
Dünyadaki her dört kişiden biri tarafından inanılan, saygı duyulan bir inancın karar mekânizması dışında tutulması, dünyanın dörtte birinin dışlanıp aşağılanması, saldırıya maruz bırakılması sürdürülebilir bir hâl değildir.
Bu saldırı eninde sonunda ters tepecek ve saldırgan bertaraf olacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.