Doğu’nun asil çocuğu Ali Şeriati
Doğunun bu asil çocuğu vicdan emanetini alıp müstevli Batı medeniyetinin orta yerine bir hançer gibi sapladı kendi şahadetiyle. Meşhed’den Meşhed’e uçtu. Şahitliği şarktan garba taşıdı, meşhed oldu. Doğudan çıkan güneşi avuçlarının içine alarak batının gu
Vahdettin İnce Ali Şeriati üzerine güzel bir değerlendirme kaleme almış ;
Ali Şeriati. Vicdan adam. Yatışmaz benlik. Tahran’dan Paris’e uzanan uykusuz gecelerin, kavgalı gündüzlerin şövalye ruhlu entelektüeli. Serapa aydın. Piramitlerin dibinde durup da Firavun’un görkemli saltanatını hayranlıkla izlemek varken o taşların altında ezilen köle bedenlerin iniltisini duyan his abidesi. Kalbinin gözeneklerinden, beyninin kıvrımlarından merhamet akan ipek yürekli savaşçı. Kaç beden Şiisinden Sünnisine bütün bir Müslümanlık mazlumiyetinin yükünü sırtına vurabilmiştir bugüne kadar?! İran coğrafyasının geçen yüzyılın başlarında insanlığın ortak vicdanının kapısını çalmak üzere ortaya çıkardığı Cemaleddin Esedabadi (Afgani)’den sonra yüreklere dokunmak üzere çağa armağan ettiği, insanı kalbinden yakalayan derviş! Bütün bir insanlığın acısını üzerine çekmeye aday Kerbela müptelası. Diğer bir ifadeyle bükülemeyen mazlumiyet. Bir de Kürdüyle Türküyle mazlumiyetin ne olduğunu çok iyi bilen Anadolu’nun en çok sevdiği İranlı.
Ali Şeriati’yi, bu yangın yeri misali sızım sızım inleyen yüreği, bu rahat yüzü görmeyen aklı ve benzerlerini anlamak için İran gibi derin ve köklü kültürlerin kritik zamanlarda beşeriyetin ortak vicdanı olarak devreye girdiklerini ve pusulayı şaşırmış insanlığı yeniden rotasına döndürdüklerini bilmek gerekir.
İran coğrafyası müthiş bir kültür havzasıdır, vicdan enginliğinde. Kaç istila geldi geçti, kaç hanedan hüküm sürdü, kaç din etkin oldu saymak mümkün değildir. Kaç savaş gördü, kaç zafer tattı, kaç hezimet yaşadı sayamazsınız! Nice kereler yerle bir olduktan sonra küllerinden yeniden doğdu! Bütün bunlara tanık olan halk ise yerinde duruyor kaya gibi. İrani kavimlerden Azeriler Türki dilleriyle demiyorlar mı “yel qayadan ne aparır?” Bu akıp giden beşeri süreçten geriye akıllara durgunluk veren bir kültür miras kalmıştır yerli yerinde duran bu millete. Tıpkı Kürtlerin dediği gibi “Kevir di şûna xwe de giran e” ya da Türklerin “Taş yerinde ağırdır” dedikleri gibi.
Vicdanın ve erdemin sözcüsü
İranlılar kadar yoğun bir efsane ve mitoloji müktesebatına sahip başka bir halk var mı orta doğuda bilmiyorum doğrusu. Asya alt kıtasında Hintliler belki. Fakat Hint kültürü başka denizlerle bağlantısı olmayan bir içdeniz gibidir. Ama İranlılar tarihin en karanlık dönemlerine ait mitolojileri her döneme uygun olarak yeniden üretecek deneyime sahiptirler. Çünkü İran kültürü içine kapanık bir içdenizden çok, başka denizlerle bağlantısı olan ve tıkandığı yerde çatlağını bulacak dinamizme sahip bir büyük derya gibidir. Nitekim küllerinden yeniden doğan Anka kuşu İranlıdır! Kaf dağının ardındaki haberin, diğer bir ifadeyle bilinmezi bilmenin peşinde olan Simurg da öyle. Kuşdilini Süleyman bilirdi, edebiyatını İranlılar yaptı nitekim. Dağı delen Ferhad’ın da İranlı olduğunu unutmamak lazım. Bu yüzden Hintliler efsaneyi, mitolojiyi bizzat yaşarken İranlılar efsaneden, mitolojiden hayat devşirirler.
Yüce Allah yeryüzü sarsılmasın diye dağları yarattığını, insanların yönlerini bulmalarına yardımcı olmak üzere gökte yıldızlar halk ettiğini bildirir. İran gibi derin ve kesintisiz tarihe sahip bazı milletlerin derin ve köklü kültürlerinin insanlığın sosyal hayatının zaman zaman kendini gösteren sosyal fırtınalara kapılıp savrulmaması için tabiattaki dağların, gökteki yıldızların işlevini gördüğünü söylesek her halde bir hakikate işaret etmiş oluruz. Doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün bir insanlığın yerleşim düzenine baktığımız zaman, neredeyse her kıtanın merkezinde bir veya birkaç sabit kültür havzasının bulunduğunu görürüz. Ben bunlara dağ kültürler ya da ontolojik anlamda yıldız kültürler demenin yerinde bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. Bu merkez milletlerin coğrafi sınırları duruma göre daralmasına ya da genişlemesine rağmen etkinlikleri, yön tayin edici fonksiyonları hep devam eder. Bazen dağların başını da duman bürümez mi? Ya da yıldızlar da bulutların ardına gizlenmezler mi? Mesela açlığın, sefaletin hüküm sürdüğü, insanlığın bütün erdemleriyle yerlerde süründüğü bir zaman diliminde Tolstoy, Dostoyevski ve daha niceleri gibi dev beyinleri ortaya çıkaran Rus milleti gibi. Sömürgeciliğin kıskacında aşağılanan Arap dünyasına özgürlük meşalesi işlevini gören Mısır’ın yirminci yüzyıla damgasını vuran büyük alimler yetiştirmesi gibi. Bu merkez milletler, dağ misali yerinde duran bu medeniyetler, küllerinden her gün yeniden doğma kabiliyetine sahip bu yıldız kültürler fırtınalı bir günde, dalgalı denizlerde yön arayanlar için sahil-i selamet konumundadırlar.
Meşhed’in oğlu...
Tarihte Cengiz fırtınası gibi bütün bir insanlığı etkisi altına alan süreçler ve bu süreçlerde başrol oynayan milletler de vardır. Bunlar belki varlık yasası içinde çiçekleri aşılayan rüzgarlar gibi yerleşik kadim kültürleri yeniden yeşermek üzere aşılayıp ardından sahneden çekilirler ve hayat yeniden mecrasında akmaya devam eder. Sel gider kum kalır çünkü.
Böyle durumlarda karşı duruş adına en yüksek gür seda işte bu dağ ağırlığındaki, yıldız parlaklığındaki bu kültür havzalarından çıkar. Mesela İslam aleminin uğradığı modern istilaya entelektüel anlamda en büyük tepki, sürecin başlarında Mısır ve İran’da görüldü. Afgani ve Abduh şahsında (Şii İran ve Sünni Mısır örnekliğinde) bir tür vicdan ittifakına da tanık olduk. Günümüze en yakın süreçte ise Ali Şeriati’nin sahne aldığını görüyoruz. Adeta Afganiyi ve Abduh’u meczetmiş gibi. Aynı anda Şii de Sünni de olmak kadar sahici. Vicdanın mezhebi mi olurmuş?
Ali Şeriati. Vicdan adam. Tıpkı Resul-Ekrem’in “rahmet peygamber” olması gibi, İmam Ali’nin “konuşan Kur’an” olması gibi. Vicdan...
Bir zaman Ali Şariati’nin doğduğu şehir Meşhed’e gitme fırsatını bulmuştum. Vicdan kelimesi bulmak anlamına gelir ya ben de bu vicdan adamı doğuran ruhun peşine düşmüştüm. Şehrin adı başlı başına vecde getirir cinsten. İlmin, irfanın, tarihin, kültürün, medeniyetin sahnesi, şahadet yeri. Tam ortasında İmam Rıza makamı. Az ötede tarihi Tus kenti. İran kültürünün İslam’ı içtenlikle özümsemesine karşın Arap kültür istilasına karşı destansı direnişinin sembolü muhteşem Şehnamenin yazarı büyük şair Firdevsi’nin mezarı. Yakınlarda Harun Reşid’in zamana direnen, hayrın ikizi şer gibi uç veren zindanı. Onun bahçesinde yine bir direniş sembolü, batı menşeli felsefeye kök söktüren Ebu Hamid Gazali’nin kabri, o zindanın tam karşısında bir meydan okuma gibi duruyordu. Ali Şeriati bütün bu direniş örneklerinin bir bileşeni mücessem bir vicdan gibi bu sahnede büyüyüp gelişmişti.
Bu yüzden ona bir isim vermek gerekirse eğer ‘vicdan adam’ demek lazım gelir dedim kendi kendime. Çünkü irfanın, tarihin, direnişin buluştuğu vicdan meşhedinde dünyaya gelmişti. Vicdanlı adam demiyorum. O vicdanlı olmanın ötesindeydi, vicdanlılık onu ifade etmeye yetmezdi, ayrıca vicdandan başka isim de eksik kalırdı. Sadece ve tastamam vicdan.
‘İnsanın dört zindanı’
Coşkun bir nehrin gürül gürül akan suları gibi çağıldayan sözleri vardı. Gönlünde kopan fırtınayı dindirememenin ıstırabı kadar yakıcı kelimeler dökülürdü dudaklarından. Önce Meşhed’de çağıldadı durdu. Zindanların dört duvarlarına sığdıramadılar. “İnsanın Dört Zindanı”nı haykırdı, susturamadılar. Dört nala kopup gelen elçisi gibiydi Hüseyin’in. Kerbela’yı ve Aşura’yı zamana ve mekana hapsettiklerini düşünenlerin, ya da kötü düzenlenmiş bir tiyatro müsameresi basitliğinde ele alanların uykularını kaçırdı. “Her yer Kerbela her gün Aşura” diyerek vicdanın zaman ve mekana tutsak olamayacağını kanıtladı. Boz bulanık “Kevir”lerde dörtnala giden atının yelesine tünemiş hakikat süvarisi, atının çıkardığı toz misali savurdu dört bir yana “Marxizmi ve diğer Batı düşünceleri”ni.
Bu coşkun zihin “Muhammed”i anlattı, “Ali”yi anlattı, “Fatıma”yı anlattı. Anlattı insana insanlığını. “Ebuzer”in çığlık kadar sarsıcı isyanını günümüze taşıdı. Dur durak bilmeyen zamanın yolcusu suçlarımızı çarptı yüzümüze. “Anne baba suçluyduk”. Sarstı can evimizi. “Hac”da Adem’den Muhammed’e nebilerin mikatına tanıklık etti. İbrahim’i, İsmail’i, Hacer’i gördü. Hayatın ekranından varlığın Kabe’nin etrafındaki muhteşem dönüşünü seyrettirdi. Başımız döndü, aklımız döndü, ruhumuz döndü, kalbimiz döndü. Kendimize geldik. “Özümüz döndü”. Tövbekar olduk. Koyverdik bedenimizi varlığın akışına, arındık.
O anlattı biz piştik. O yaktı biz yandık. “Kül etti can elmasımızı”. Bir baştan bir başa İran kıtasında rengarenk çiçekler armağan etti şafağı sökmek üzere olan istikbal inkılabına. Sonra doğunun bu asil çocuğu vicdan emanetini alıp müstevli Batı medeniyetinin orta yerine bir hançer gibi sapladı kendi şehadetiyle. Meşhed’den Meşhed’e uçtu. Şahitliği şarktan garba taşıdı, meşhed oldu. Doğudan çıkan güneşi avuçlarının içine alarak batının gurubunu müjdeledi.
Ali Şeriati. Vicdan adam. Başı bulanık İran platosunun muhteşem çocuğu. (staraçıkgörüş)
[email protected]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.