Abdulhalim VELİOĞLU
Dünya 2. Harikasını Bekliyor
Eski dünyanın ayakta kalan son harikası,
Antik Mısır’ın günümüzdeki alamet-i farikası Piramitler...
Taş çekiçlerle yontulan büyük kaya parçalarının yüzlerce kilometre uzaklıktan getirilmelerinin hikayesi…
Kim bilir kaç insan bu kayaların altında can vermiş kaçı da tamamlanması için konulan vergilerin altında ezilmişti.
Kimine göre Mısır’ın gücünü, kimine göre Firavun Khufu’nun kibrini sembolize ediyordu.
Acaba bu kadar insana eziyet edileceğine, ağır iş makinalarının icat edilmesi beklenemez miydi?
2007 yılına gelindiğinde İsviçre merkezli bir vakıf Lizbon’da dünyanın yeni 7 harikasını belirledi.
Bu harikalar da öncekilerden farklı değildi. Özellikleri neredeyse aynıydı.
Hepsi taştan yapılmış mimari eserlerdi.
Hepsi de hiçbir imkanın bulunmadığı dönemlerde yapılmıştı.
Hepsi kendi çağlarının çok ötesinde şaheserlerdi ve yine hepsi mazlumların kemikleri üzerine yükselmişti.
En önemlisi hiçbiri başarıyı şartlara bağlamamıştı. O gün ellerinde olan imkanları sonuna kadar kullanmışlardı.
Hepsinin bu kadar imkansızlıklara rağmen bir başarı hikayesi var. Hikayeleri günümüzde bile bizleri şaşırtmaya devam ediyor.
İnsan şöyle düşünmekten alıkoyamıyor kendini:
‘Neden harikalar sadece mimari eserlerden oluşuyor?
Hiç mi toplumsal alanda harika işler yapanlar yoktu?’
Elbette var ancak bir liste oluşturacak yeterlilikte değil.
Bırakın yedincisini bulmayı ikincisi bile bulunamaz,
Alanında tek ve eşsiz bir örnek...
Maddenin öncelendiği, insanların gücünü belki de kibrini sembolize eden yapılar yapmak için yarıştığı bir dünyada manevi bir dönüşüm hiç de kolay olmayacaktı.
Hele ki cehaletin ve zulmün el ele tutuşup zirveyi oynadığı bir dönemde…
Bu öyle bir dönemdi ki ne Zamyetin’in ne Orwel’in nede Huxley’in kendi eserlerinde kurguladıkları distopyalara benziyordu.
Bu J.J. Rousseau'nun yüzyıllar öncesine bile çözüm ararcasına "Varlık bakımından hiçbir vatandaşın ne başkasını satın alacak kadar zengin, ne de kendini satmak zorunda kalacak kadar yoksul olmaması gerekir." dediği ve insanların zulmü tüm zerrelerine kadar hissettikleri ve yaşadıkları bir dönemdi.
Böylesi bir dönemde adalet, merhamet ve hoşgörü sloganlarıyla yollar aydınlanıyor “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyen bir güneş doğuyordu.
‘O’ bu kavramların cümle içinde kullanmak için ezberlenecek cümleler olmadığını bize pratikte gösteriyordu.
İnsanın aklıyla, vicdanıyla, fikirleriyle, diliyle, gözleriyle kısacası soyut ve somut bütün uzuvlarıyla bu kavramlara karşı sorumlu olduğunu ve bu bilinçle hareket etmesini telkin ediyordu.
Kadınların, çocukların hatta hayvanların hakkını savunuyordu.
Bu uğurda sayısız işkence ve eziyete göğüs geriyor, çölde açlığa mahkum ediliyor ve sürülüyordu.
Ama ‘O’ bırakın şiddete şiddetle karşı koymayı; kalplerinin aydınlanması için dua ediyor, gözyaşı döküyor, sabrediyor ama asla mücadelesine ara vermiyordu.
Bu nasıl bir yücelikti...
Kalpleri aydınlatma yolunda kilometrelerce yolu kimi zaman deve sırtında, kimi zaman da yürüyerek kat ediyordu.
Sonuç olarak Hamidullah’ın aktardığına göre vefat etmeden önce ‘140 bin’ gönüle dokunmuş ve aydınlatmıştı.
Bu ne More’nin Ütopyası nede Campanella’nın Güneş Ülkesiydi.
Bu kurgu değil hakikatti.
Peki kimdi bu kutlu insan ve bu dönemi bu kadar önemli kılan neydi?
Gelin bu sorunun cevabını İngiliz tarihçi Alphonse De La Martaine’den dinleyelim:
“Büyük amaçlar, küçük araçlar ve şaşırtıcı sonuçlar; eğer bu üç şey insan dehasının kriterleri olsaydılar, kim Muhammed ile tarihteki herhangi büyük bir insanı mukayese etmeye cesaret edebilirdi?”
Biliyorum sizin de amacınız çok büyük.
Biliyorum sizin de imkanlarınız çok kısıtlı.
Her ne olursa olsun şaşırtıcı sonuçlar elde etmeniz içten bile değil.
Yeter ki inanın ve başarıyı şartlara bağlamayın...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.