el-Halil Katliamı
Ey Muhammed! Şüphesiz insanlardan iman edenlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun.”
“Ey Muhammed! Şüphesiz insanlardan iman edenlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun.” (Maide Suresi, 82)
Tarihi, şer güçlerince yapılan katliamlarla doludur İslam ümmetinin. Her bir coğrafyada mutlaka kıyımdan geçirilen mazlum Müslümanların kan izlerine rastlamak mümkündür. Afrika’nın derinliklerinde, Asya’nın en ucra köşelerinde, Avrupa’nın göbeğinde ya da Ortadoğu’nun kalbinde. Kimi zaman Haremüşşerifin yanıbaşında, kimi zaman da Filistin’de, Kudüs’te ya da El-Halil’de.
Şüphesiz ki, her coğrafyadaki katliamların kendine özgü acıklı, hüzün dolu, dramatik yanları mevcuttur. Ancak öyle bir coğrafya vardır ki, gerek konumu, gerek tarihsel ve dini açıdan önemi, gerekse de kin ve adavetin zirvesini işgal eden düşmanlarının gaddarlığı; bunun yanında yalnızlıkları, ait oldukları İslam aleminin büyük oranda umursamazlığı, terkedilmiş evlat gibi ortalarda kalmışlığı, boynu büküklüğü… Ama pes etmeyişi, inadına direnişi, özgürlük aşıklarının gönlünde taht kurması, “Heyhat Minezzilleh” düsturuyla çaresizlik zincirlerini bir bir kırmaya çalışması… Ya da bildik ismiyle Filistin.
Yahudi göçü ile beraber oluşan Müslüman-yahudi gerginliği, sonrasında çeşitli adlar altında örgütlenen terörist Siyonist çetelerinin tedhiş faaliyetleri, devamında, 1948’de kurulan terör üssü Siyonist rejimin dini ve etnik soykırım temeline dayalı vahşet politikaları ile oluşturulan katliamlar, tüm dünyanın vicdanına kara bir leke sürmüştür. Kendilerini soykırım mağduru olarak takdim edip timsah gözyaşlarını dökenler, artık soykırımı bir yaşam biçimi olarak benimsemişlerdi.
İçinde bulunduğumuz Şubat ayının EL-Halil’deki cami katliamının onikinci yıldönümüne denk gelmesi nedeniyle bu katliamı tekrar anmak istedik. Ancak buna geçmeden önce Filistin’de Müslümanlara yönelik bazı katliamlara ve bu katliamlarda hunharca şehid edilen Müslümanların sayısına kısaca bir göz atalım:
King David Oteli Baskını 1946, 92 ölü
Baldat El-Şeyk Katliamı, 1947, 60 ölü
Yehida Katliamı, 1947, 13 ölü
Khisas Baskını, 1947, 10 ölü
Tantura Baskını, 1948, 200 ölü
Dahmas Camisi Katliamı, 1948, 100 ölü
Dawayma Katliamı, 1948, 100 ölü
Houla Katliamı, 1948, 85 ölü
Salha Katliamı, 1948, 105 ölü
Deir Yassin Baskını, 1948, 254 ölü
Kibya Katliamı, 1953, 69 ölü
Kafr Kassim Katliamı, 1956, 49 ölü
Han Yunus Katliamı, 1956, 275 ölü
Gazze Katliamı, 1956, 60 ölü
Fakhani Katliamı, 1981, 150 ölü
Sabra ve Şatilla Katliamı, 1982, 991 ölü
Hz. İbrahim Camisi Katliamı, 1994, 67 ölü
Kana Katliamı, 1996, 109 ölü
Cenin Katliamı, 2002, 1000 ölü
Ve El-Halil’deki Hz. İbrahim Camii …
Filistin toprakları, bünyesinde barındırdığı dini ve kültürel mirasıyla Müslümanların memleketi olduğunu, İslam medeniyetinin ayrılmaz bir parçası olduğunu adeta haykırmaktaydı. Başta Mescid’ül Aksa olmak üzere Hz.Ömer Camisi ve El-Halil’deki Hz.İbrahim Camisi bunun başlıca örnekleriydi. Sömürü ve işgalin kalıcı olmak bakımından mantığı ise işgal edilen bir yerin, ilk başta tarihi geçmişiyle köprü oluşturan her türlü tarihi, dini ve kültürel değerlerinin bir şekilde yok edilmesi ilkesine dayanmaktadır. Nitekim yakın zamanda işgal edilen Irak’ın tarihi camilerinin top ateşlerine maruz kalması, hazineler değerindeki kütüphanelerinin yağmalanmasına göz yumulması ve teşvik edilmesi, tarihi eserlerinin yurt dışına kaçırılmasına ön ayak olunması, bu amaca yöneliktir.
İsrail devletinin de kurulur kurulmaz özellikle Mescid’ül Aksa’ya göz dikmesi, yıkmaya çalışması, kimi zaman fanatik Yahudilerce bombalanmak istenmesi ve şu anda mescidin kazı çalışmaları bahanesiyle altının oyulup yıkılmasına zemin hazırlanması bu amaca yöneliktir. Tıpkı bunun gibi El-Halil’deki Hz.İbrahim Camisi’ne yönelik de bir takım kirli hesapları vardır. Ancak buradaki hesap, yıkılması yerine bu caminin tamamen bir Yahudi mabedine dönüştürülmesidir. Peygamber katilleri, Hz.İbrahim gibi bir peygamberin mirası üzerinde hak iddia etmekteydiler. El-Halil kenti, 1967 Arap-İsrail savaşı neticesinde Yahudilerin denetimine geçmiştir. Kalıcı olma bakımından yapılan ilk iş de, şehrin ortasına bir Yahudi yerleşim biriminin inşa edilmiş olmasıdır. Buraya yerleştirilen fanatikler, ilk etapta caminin dışında sözde ibadetlerini yapmaya başlamışlardır. Ancak bir süre sonra işgal devletinin aldığı bir kararla Yahudi fanatiklerin, caminin içinde ibadet yapmalarına izin verildi. Ki bu hamle, camiyi sinagoglaştırma hamlelerinin ilkini teşkil etmekteydi ve devamı da pekala gelecekti. Kısa bir süre sonra Yahudilerin namaz vakitlerinde de camide ibadet etmelerine olanak sağlandı. Daha sonra Müslümanların ibadet saatleri kısıtlanıp Yahudilerinki de artırıldı. Yahudiler sözde ibadet amaçlı sandalye ve benzeri materyalleri camiye yerleştirdiler. Bundan sonra namaz vakitlerinde çeşitli anormal hareketler, bilinen boynuzlu homurdamalar, tahrikler birbirini izlemeye başladı. Nihayet 1994 yılına gelindiğinde son hamle yapılmalı ve camii tamamen Müslümanlardan arındırılmalıydı. Hz.İbrahim tarafından inşa edilen mübarek camii, maymun(laşan)ların torunlarına tahsis olunmalıydı. Zaten asıl hedefleri de buydu. Ve tüm planlarını yapılacak son hamle üzerine kurmuşlardı. Ve son hamleleri… Emirle, yasayla olmayacaktı bu son hamle… Tahrik ve zorbalık kesmiyordu doyumsuz iştahlarını… Gözlerini kan bürümüştü insan görünümlü canavarların… Mermi sesleri, çığlıklar, vaveylalar, parçalanacak bedenler, oluk oluk akacak kanlar, mihraplara savrulacak beyinler haz verecekti boynuz sanatçılarına, çeyrek külahlılara… Yeni bir destan eklenecekti sapkınların kitabına… Yeni kahramanlar türeyecekti terörist saflarında…
Ve Katliamın Ayak Sesleri…
"Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl dur-duğunu arayacağım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür." (I. Samuel, Bap 15, 2-3)
Arapları “Amalek” olarak algılayan Hayber kaçkınlarının referans ve motivasyon konusunda sıkıntıları yoktu. Sıra uygulamaya gelmişti. Planlar hazırdı, tetiğe dokunacak kirli eller de.
Tarihler 24 Şubat 1994’ü gösteriyordu, karanlık çökmüş, yatsı namazı için caminin yolunu tutmuştu Müslümanlar. Namazlarını eda edecek, kalp huzuruyla evlerine döneceklerdi. Gün boyu işgalcilerin taciz, tehdit ve zorbalık kokan keyfi uygulamalarının yorgunluğunu atacaklardı belkide. Çaresizliklerine çözüm, dertlerine derman olması için son bir kere yorgun ellerini açacaklardı, sığındıkları Yüce Mevla’ya. Bu hayallerle koyulmuşlardı kutlu mekanın taşlı yollarına. Ama olmuyordu işte her zaman düşünülenler ile karşılaşılanlar. Caminin etrafı sarılmış, bir taraftan askerler, diğer taraftan kafatasçı, tepeden tırnağa silahlanmış sözüm ona masum siviller! Bu gece önemli dini gecelerindenmiş ve Müslümanlardan kimse camiye giremeyecekmiş. İçlerinde ancak zaptedebildikleri çaresizliklerini Yüce Mevla’ya iletmeye kararlı olan mü’minler, silahlı güya masum sivillerin bombalı taarruzlarına rağmen camiye girip namazlarını eda ettiler. Cami çıkışı mü’minlere karşı takınılan hayvansı tavırlar, itip kakmalar, tehditler ve tartaklamalar önemli hadiselerin habercisiydi sanki. Üzgün ve kızgın Müslümanlar, olup bitenlerden sonra evlerinin yolunu tutarken kimbilir belki de sabah olacak vahşetin derecesini tahayyul bile edememişlerdi.
Ve Katliam Sabahı…
25 Şubat 1994, Ramazan ayının ortası, sabah namazı vakti… Bugün farklı bir gündü. İnsanlar akın akın camiye yöneliyordu. Hz.İbrahim’in yadigarı olan kutlu mekan, sıra dışı bir güne tanık oluyordu, olacaktı. Gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu. İnsanlar adeta sel olmuş, kutlu mekana akıyordu. Gençler, ihtiyarlar, kadınlar ve hatta çocuklar. Telaşlı, heyecanlı bir o kadar da öfkeli oldukları her hallerinden belliydi. Akşam cereyan eden hadiseler evden eve yetişmiş, kulaktan kulağa yayılmıştı. Anlamışlardı huzur kaynağı mekanlarının tehlikede olduğunu, belki de yolun sonuna gelindiğini. Peygamber yadigarı kutlu mekanı Yahudilerin kirli ellerine bırakıp insaflarına terk etmek mi? Heyhat..! Bizleri çiğnemeden asla, dercesine topluca yönelmişlerdi camiye. Kutlu mekanı korumaya and içmişçesine toplu yönelişin sebebi daha iyi anlaşılıyordu şimdi. Bir gariplik vardı ortada. Hem de alışılmadık bir biçimde. Nereye gitmişlerdi o yarı insan yarı hayvan, izbandot görünümlü katil askerler? Ya o kana susamış Meir KAHANE’nin silahlı masum sivil(!) müritleri? Ya Kach örgütünün gözü dönmüş canileri, yoktu işte ortalıkta. Dış kapıda sürekli gözleri Müslümanlarda, elleri tetikte bekleyen kırk civarında asker sanki yok olmuş, yerine yedi tane umursamaz asker gelmişti. İç kapıda bekleyen askerler sanki yok olmuştu. Bu atmosferde camiyi dolduran Müslümanların sayısı bin beşyüzü bulmuştu. Yoksa Cami üzerinde hak iddia etmekten vaz mı geçmişlerdi? Askerler niye terk etmişti? Madem öyle, dünkü engelleme ve saldırının sebebi neydi? gibi sorular bir çok müslümanın zihnini kurcalayadursun, iftitah tekbiri getirilmiş, imamın arkasında saflar tutulmuştu bile. Derken, fatiha, kıraat, ruku’ ve secdeye varış… Aman Allah’ım! Bu secde başka türlüydü, bu secde kalkmakla kalkmamak arasında tereddüdün en fazla yaşandığı secdeydi. Bu secde, kimi Müslümanların son secdesine dönüşmüştü. Silah sesleri, bağrışmalar, çığlıklar, sıçrayan kanlar, kopan feryatlar eşliğinde varılan ilk secdeydi çoğu için. Başlarını kaldırıp sağa sola bakanlar bir de ne görsünler. Baştan belliydi bir garipliğin olduğu, garip bir güne uyandıkları. Ve garip gün, cilvelerini bir bir kusmaya başlamıştı. Kim bilecekti ki caminin içinde olan vahşet, garip günün ilk cilvesini teşkil edeceğini…
Dış görünüş insanı andırdığı, ruhunun tüm derinliklerini vahşetin sardığı iğrenç bir yaratık, ölüm makinesini yöneltmişti mazlum insanlara. Şarjör üstüne şarjör boşaltıyordu. Zamanla yarışıyordu adeta. Ne kadar öldürürsem kârdır dercesine. Ve yanıbaşında doldurduğu şarjörleri yetiştirmek için adeta çırpınan bir başka insan kılıflı daha. İlk panik havasından sonra yapılan müdahale ve cehenneme bir bilet kesiliyordu Baruch GOLDSTİEN adına. Ya yerlerde kıvranıp al kanlara boyananlar. Secdede iken rablerine kavuşanlar. Camide, namazda, üstelik secdede, yani her şeyden üstün tuttukları yüce Mevla’ya en fazla yakın oldukları o anda. Ne gündü ya Rabbi! Sanki kader birliği etmişlerdi, Susa’ya, Susalara. Özlemlerini haykırıyorlardı Ömerlere, Selahaddinlere, Kudüs’ü tekrar fethedecek yeni fatihlere. Şikayet ediyorlardı kavimlerini İshaklara, Yakuplara, Musalara.
Ve o telaşla dışarı çıkanlar, yaralıları hastaneye taşımak isteyenler garip günün ikinci cilvesiyle karşılaşıyorlardı. Ortalıkta görünmeyen o askerler birden peydah olmuş, camiden çıkanlar yaylım ateşine tutulmuştu. Caminin içi dumanlarla dolmuş, içeriye gaz bombası atma yarışı başlamıştı sanki. Katil GOLDSTİEN’in intikamını alırcasına.
Kurşun yağmuru altında hastanelere yetişenler ve kan vermeye giden diğer insanlar, nereden bileceklerdi garip günün üçüncü cilvesiyle karşılaşacaklarını. Siyonist terör tüm çirkinliğini göstermeye yeminliydi sanki bu garip günde. Hastanede katliama devam demişlerdi. Kan verip çıkanların cesetleri dönmekteydi aynı hastaneye. Kapıdan dönderiyorlardı bu sefer, ama cansız olarak. Hayli kabarıktı bu seferki kanlı cumanın bilançosu… Altmışyedi şehid, üçyüz de yaralı. Şamar gibi iniyordu bu bilanço maymunumsu suratlarına, yalanlıyordu “saldırı ferdidir, saldırganın akli dengesi bozuktur” diyerek olaydan sıyrılmaya çalışan psikopat ruhlu Siyonist idarecilerini.
Katliam sabahı ortalıkta olmayıp saldırıyla beraber peydahlayan resmi saldırganların saldırıları da mı ferdiydi? Yaralıları taşımak ve kan vermek isteyenlere yapılan saldırılar da mı ferdiydi? Katliamdan sonra caminin kapısına kilit vurulup sekiz ay boyunca ibadete kapatmak, bu da mı ferdiydi? Kim bilir, belki de binbeşyüz kişiden sadece altmışyedisini katletmek, işlerine gelmemişti kana susamışların. Ondan dolayı paranoyak, akli dengesi bozuk ithamlarına maruz kalmıştı beceriksiz terörist! Ferdi bir saldırıdır düzmecesi, sekiz ay sonra açılan caminin durumuyla belli ettirmişti kendini. Caminin üçte ikisi çeyrek külahlı fanatiklere ayırılmış, üçte biri ancak kalmıştı katliam kurbanlarına. En fazla üçyüz kişi namaz kılabilecek şekilde. Çünkü saldırı ferdiydi de ondan.
Gizlenmişti İsrail şeflerinin kontrolündeki Kach örgütünün iç yüzü. Himaye edilmişti “En iyi Arap, ölü Araptır” ilkesiyle hareket edip, Rahip Kahane’nin kan kokan buyruklarıyla hayat bulan gözü dönmüş şebekenin kanlı katil-leri. Kanlı katil GOLDSTİEN için yas tutmuşlardı, Kach örgütünün eli kanlı çakalları. 1990’da ABD’de öldürülen liderleri Kahane, rahat uyuyabilirdi artık! Yahudilerin hissiyatına tercüman olmuştu katil GOLDSTEİN.
Yüzde altmışlara varmıştı Yahudi toplumunun desteği. Kahane’nin Kach örgütü. Katliama imza atan eli kanlı örgüt. Kach, Türkçesi, “işte o kadar”’dı. İsmi bile kan kokuyordu. Adeta, “her Müslüman bir kere tükürse içinde boğulacak kadar küçük bir millet olduğumuza bakmayın, istediğimizi yaparız ‘İşte o kadar’, yani Kach” dercesine.
Ve katliam kurbanı Halilurrahman kenti. Bir kez daha tanıklık etmişti siyonist mezalimine. Akşam olmuş, karabasan gibi çökmüştü puslu gece. Ölüm sessizliği kaplamıştı ortalığı… Evlerden yükselen ağıtlar, yaralıların iniltileri kurşun gibi yırtıyordu karanlık geceyi ve ölüm sessizliğini. Çaresizdi, boynu büküktü, gözü yaşlıydı Filistinlinin. Derinlere daldığı, hayıflanmayla karışık yoğun duygulara gark olduğu belliydi her halinden El-Halillinin. Kemiriyordu adeta beynini El-Halillinin o karmaşık duygular.
O karmaşık duygular: İslam dünyası, birbuçuk milyar Müslüman, petro-dolar zengini şeyhler-emirler, zevk-u sefa, duyarsız bir hayat,vurdumduymaz kitleler ve “kınıyorum”dan öteye gidemeyen tepkiler… Kudüs, Mescid’i Aksa, Halilurrahman Camisi, Filistin, direniş, izzet, şeref, tehcir, hapis, şehadet, katliam, açlık, sefalet, çaresizlik, yalnızlık, ama pes etmeyiş, direniş, inadına ve ölümüne direniş… Bunun yanında Bir avuç Yahudi, işgal, mukaddesatın kirletilmesi, azgınlığın zirvesi, İslam düşmanlığı, örgütlülük, dayanışma, uluslar arası yardım ve göz göre göre elden çıkan Filistin…
Birbuçuk milyar Müslüman! Bir avuç Yahudi! Ve olanlar ortada... Diyeceğimiz şey herhalde babası yıllarca cezaevinde olan küçük kızın feryatlarını dile getirmekten fazla birşey olmayacak.
Arun Aleyküm! Arun Aleykum! Arun Aleykum! çığlıkları arasında vicdanınız el veriyorsa tabi.
İnzar Dergisi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.