Said BURAK
Fazlalıkların örttüğü şey
Bir önceki yazımızda mutlu olmak için çok şeye sahip olmak gerekmediğini, belki fazla olan çok şeyimizi atmamız gerektiğini söyleyip yazımızı bitirmiştik. Herhalde bunu, dünyayı, dünyalıkları kötülemek anlamında söylemediğimi tahmin etmişsinizdir. Hayır, ben hadisin belirttiği “veren el olmak” felsefesine bağlıyım, haliyle malın kıymetini takdir ediyorum. Bununla birlikte söylediklerim arasında da bir çelişki görmüyorum. Kaldı ki çoğu kere atmamız gereken şeyler eşyalarımız değil, alışkanlıklarımızdır.
Meşhur bir heykeltıraşa, “Bu güzel heykelleri nasıl yapıyorsun?” diye sorduklarında o : “Aslında yaptığım bir şey yok, ben taşın fazlalıklarını atıyorum; heykel, kendi kendine ortaya çıkıyor.” demiş. Emin olun, bizim arasında kaybolduğumuz fazlalıklar, heykelin fazlalıklarından çok daha fazla. Eşyanın içinde mi, işimizin içinde mi ya da medeniyetin renkli oyuncakları arasında olan kaybolmuşluğumuzdan mı size bahsedeyim? Sanal âlem, zaten kaybolmanın tam karşılığı ve bunun en karanlık sokağı, adresi.
Oysa saadet menzili kendini bulmaktan sonra varılan bir yerdir. Kendini hissedeceksin, yüzüne dizine dokunacaksın, ne yapıp ne yapmadığını algılayacaksın. Çünkü her şey insanın kendine dönüşüyle başlar. Bu her şey içinde yüce Allah' gidiş de vardır: “Men arefe nefsehü o wüve arefe rebbehu / Kim nefsini tanırsa rabbini de tanır.” Fazlalıklar, bunlara engel oluyor.
Atın, dediğimiz şeyler, işte bunlardır ve bunlar da kişiden kişiye değişir. Kimi işini ve parasını eve de taşır, evde de hesap kitap devam eder. Kimisi evin eşyasına gözü gibi bakar; vazoyu masaya koymuştur ama gönlünün içinde, başının üstünde taşır. Kimisi arabasında kaybolmuştur, bir sivrisinek ona def-i hacet yapsa canı çıkar. Böyle kimisi, kimisi uzar gider. Bunların hepsi taşın fazlalıklarıdır ve o, her şeyden çok sakındıklarımız, maalesef bir an önce atmamız gereken şeylerdir. Onlar helvadan putlarımızdır. Bizimle Allah, bizimle bizim, bizimle mutluluk arasındaki bariyerledir, onlar.
Bir sahilde güneşte keyifle uzanan balıkçının hikâyesini okumuşsunuzdur. Güya bir ekonomist, ona ders verecek. Ekonomist, eğer söylediklerini yaparsa çok zengin olacağını belirterek: “Mesela günde bir defa değil birkaç defa balığa çık. Bu şekilde kazanacaklarınla kısa sürede kayığına motor bağlarsın, sonraki aşamada iki kayığın olur, sonra gemin, filon, balık işletim fabrikaların, uluslararası şirketlerin olur, sonra bankalar açar finans sektörünü girersin.” der. Kayıkçı, “Eee, sonra ne olacak? der. Ekonomist, “ O zaman fazla bir şeyle uğraşmana gerek kalmaz. Sakin bir sahil köyüne yerleşir, güneşlenir hayatın keyfini yaşarsın” der. Bizim balıkçı, “ Zaten şimdi ben onu yapıyorum.” demez mi. Bizim çokbilmiş apışıp kalır. Görüldüğü üzere ekonomistin anlattığı aşamalar aslında mutluluğun aşamaları değil belki bizzat bariyerleridir. Zaten, yapılan araştırmalar da, insanın barınma ve beslenme ihtiyacını hallettikten sonra kazandıklarının, onun mutluluğunu fazla artırmadığı yönünde.
Bunlar, arasından kaybolduğumuz maddi şeyler… Ya içinde kaybolduğumuz alışkanlıklarımız…
Akıllı telefonların içine öyle bir dalıyoruz ki sadece kendimizi değil, ailemizi de o toz duman içinde kaybediyoruz. Hakeza televizyon… Düştüğümüz şu hale bakın hele! Eskiden televizyonun zararları çocuklara anlatılırdı, şimdi ise büyüklere anlatmak durumunda kaldık. Azizim, geceleri televizyon o meş'um gözünü kapattıktan hemen sonra, sen de gözünü kapatıyorsan mutluluğu nasıl umabilirsin ki?
Unutma! Televizyonu kapat, akıllı telefonuna değil aklına format at.
Unutma! Gemi batmadan önce bütün fazlalıkları at
Ve asla unutma! Bu gece Rabbini memnun edecek bir şey yap da öyle yat.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.