Feryâd u Figan
Duy tarih! Bizi 64 yaşımızda, bembeyaz saç ve sakallarımızla karlı bir günde yağan bembeyaz kara inat şehid ederlerken yine bir kış gününde bu kez 17 ve 19 yaşlarında iki kardeş olarak kırmızı toprağa kırmızı kanımızı akıttılar da yaşımıza bakmadılar. Sal
SALİH MUYÊ TE’Y SPİ: SALİH’Ê KERBELAÎ
Mardin’in Gercüş Akburç (Kelehê) Köyü’nde 1928 yılında dünyaya gelir. Dindar bir ailenin çocuğuydu. Babası Sofi Süleyman, köyün en varlıklı ve en dindar insanıydı. Babası, Şeyh Halilê Aynkafî’nin yanında yer almış en sadık sofilerden biri idi. Şehit evlendikten sonra Nusaybin’in Dirim (Şabanê) Köyü’ne gelir. Köyde bir hayli sevilir ve sayılır. Kur’an dersi vermeye başlar. Bu köyde yirmi yıl kalıp zor işlerde çalışır. Bu arada köyde bir kadastro çalışması yapılır. Köy ağasının niyeti pek de iyi değildir. Köyden bazı şahitlerle toprakları üzerine almaya çalışmaktadır. Bunun için üç şahit gerekiyormuş. Şehidin oğlunun ifadesine göre babası da bu şahitlerden biridir. Din, iman ve namus üzerine yemin içip bu toprakların ağanın mülkü olduğuna dair yemin istemişler şahitlerden. Ama Kerbelai’nin Kerbelailiği orada da tutmuş ve bu mukaddesatlarını satmayıp yemin etmemiş. Tabi bu tutumun bir bedeli olmuş. Nusaybin’e hicret etmek zorunda kalmış.
1969’da Nusaybin yaşantısı başlar. Ağa, bir yıllık hasadına el koyar. Sonra ağadan tahsil eder tabi. Nusaybin’de bir süre kaçakçılıkla uğraşır. Sonra bir briket makinesi alır. Ev ev dolaşarak dört tekerlekli odun kesme makinesiyle halkın odunlarını keser. Kısacası hep zor ve zahmetli işlerde çalışarak alnının terini silerek çocuklarının sofrasına helal lokma koyar.
Küçük oğlundan aldığımız bilgilere göre daha Milli Selamet Partisi yıllarından beri İslami davanın içindedir. İbrahim Hoca ile akrabadırlar. Hatta şehid olan İbrahim Hoca’yı alnından öper ve “İnşallah Allah bana da nasip eder” diye dua eder. İslami eğitime çok önem verir ve çevresine anlatıp durur. Hep eğitimli bir gençlik hasretiyle yanıp tutuşur. Mücadele yıllarında hiçbir fedakârlıktan kaçmaz. Bir genç kadar koşuşturur. Hatta evinde kalan gençler için çok endişelenirdi. “Ya Rabbi! Bu gençlere evimde bir şey olmasın. Onların yerine ben şehid olayım” diye dua ederdi. Oğullarından öğrendiğimiz kadarıyla aile efradı arasında şöyle bir tedbir almış: “Oğullarım! Bu zalimler, Müslümanlara çok zulüm ediyor. Bizleri kaçırabilirler. Her an her şey olabilir. Cesetlerimizi tanıyabilecek bir işaretimiz olmalı.” Bu arada evin küçük oğlu ayağa kalkar ve karnındaki beni göstererek, “Baba, beni bu benden tanırsınız” der. Zaten Kerbelai’nin de kolunda mühür şeklinde bir halka çıkmıştı.
Şehit olmadan önce sevinçliydi. Garip garip şeyler söylerdi. Şehit olmak istiyorum derdi. Eşinden ve çocuklarından helallik diledi. Şehadet günü saçını-sakalını tıraş etti. Yıkandı, abdest aldı ve oğlu ile beraber evden çıktı. Şehit İbrahim Hoca’nın taziye yerine gidecekti. Ancak “Oğlum sen git, ben biraz dükkânın önünde oturacağım” dedi. 21/01/1992 günü dükkanın önünde 64 yaşındaki beyaz sakallı ve beyaz saçlı artık piri fani diyebileceğimiz Kerbelai amcamızı dokuz mermi ile şehid ettiler.
Oğlu taziye yerinde duymuş haberi. Hemen hastaneye koşmuş. Bundan sonrasını ondan dinleyelim:
“Hastaneye gittik, öyle bir yüzü vardı ki sanki gülüyordu. Ölmediğini sandım, “Baba, baba” diye seslendim, cevap vermeyince anladım ki şehit olmuş. Hem seviniyor hem de üzülüyordum. Bu yaşta şehit olduğu için seviniyordum.
Üzülüyordum, çünkü en iyi arkadaşımı, dayanağımı, hayattaki desteğimi, en sevdiğimi kaybetmiştim. Dünyada en çok beni seven, yetiştirip büyüten babamı kaybetmiştim. Onun için çok üzülmüştüm. Fakat bir yandan da çok sevinmiştim. Çünkü babam kurtulmuştu. En büyük kurtuluş olan cehennem azabından kurtulmuştu. Ebedi bir hayat kazanmıştı. Bütün sevdikleriyle, anasıyla, babasıyla cennette yaşama hakkı elde etmişti. Peygamberlerin, Enbiya ve evliyaların arzuladığı şehadeti kazanmıştı. Onun için sevinçliydim. Ama yine de içim yanıyordu. Hem sevinçten hem üzüntüden ağlıyordum. Çünkü babamı çok seviyordum. Hiç unutamayacağım bir anı yaşıyordum. Ailemiz şereflenmişti.
Sonra babamın na’şını hastaneden eve alıncaya kadar akşam oldu. O akşam babamızla beraber sabahladık ve sabah arkadaşlarla beraber toprağa verdik. Mekânı cennet olsun. Suçu İslam’dı, gayesi Allah rızasıydı. Etrafta kar vardı. O’nun için bestelenen ilahisinde de söylendiği gibi bembeyaz sakalları ile bembeyaz karlar arasında bir ahenk vardı.
HANGİ SUÇTAN DOLAYI ÖLDÜRÜLDÜNÜZ DİYE SORULDUĞU ZAMAN: MURAT VE ABDURRAHİM
Taptaze iki fidan... Mus’ab gibi tertemiz bir Murat. En büyük derdi İslam. Bunun için camide ders verirdi. Murat Yıldız, henüz 19; kardeşi Abdurrahim Yıldız ise henüz 17 yaşındaydı. Bu iki delikanlı, 23 Ocak 1993 yılında silahlı saldırıya uğradılar. Kol kola cennete giderek Cafer-i Tayyar ile kanatlanıp uçtular. Tabi her ne kadar şehidlik gurur verici bir olay olsa da bir baba için aynı zamanda yürek burkan bir olay. İki şehidimizi baba Fahrettin Yıldız ve yakın çevrelerinden dinlediğimizde ortaya şöyle bir manzara çıkıyor:
Murat, 02 Haziran 1974’te Batman’ın Gercüş İlçesine bağlı Taşçı (Basyete) Köyü’nde doğdu. Baba, köyde çiftçilik yaparak geçimlerini sağlamaktadır. Oğul Murat 4 yaşına geldikten sonra 1978 yılında Batman’ın Aydınlıkevler Mahallesi’ne yerleşirler. Burada sebze meyve satmaya başlarlar. Murat ortaokula kadar okur. Davanın içinde yavaş yavaş pişer ve artık o, bir cami yarenidir. Kur’an dersi vermeye başlar. Namazlarını mümkün mertebe camide düzenli kılardı. Sabaha kadar namaz kılar ve Kur’an okurdu. Annesi ona “Uyu dinlen, uyku da hayırdır” deyince, “Yok anne sen bilseydin, gelip yanımda otururdun. Sahabeler günde 2 saat uyurlardı” diye cevap verirdi. “Bu Kur’an ve Sünnetin ne kadar hayrı var bir bilsen anne” derdi. Abdurrahim Yıldız, 01 Temmuz 1976’da Batman’ın Gercüş İlçesine bağlı Taşçı (Basyete) Köyü’nde doğdu.
Abdurrahim, ağabeyi Murat Yıldız ile birlikte aynı okula devam etti. Ortaokula kadar beraber okudular. Baba Fahrettin Yıldız’ın ifadesine göre, Abdurrahim’in çevresi bozuktu. Ağabeyi Murat, onun için çok çaba gösterdi. Şehid olmadan son yılda Murat ile birlikte camiye gidip gelmeye başladı ve kötü arkadaşlarından uzak durdu. İslami camia ile birlikte olmadan önce gece eve geç geliyordu ve kötü alışkanlıkları vardı. Ne zaman ki ağabeyi Murat sayesinde Müslümanlarla tanıştı, o zaman bütün kötü alışkanlıklarından vazgeçti.
Bu kardeşlerin hiçbir günahı yoktu. Sadece camiye gidiyorlardı. Daha sonra oturdukları mahallede bir ev satın aldıklarını ve evlerinin altında ise bir dükkân açtıklarını söyleyen baba Yıldız, oğlu Murat’ın dükkâna bakarak geçimlerini onunla sağlamaya başladıklarını ifade ediyor. Oğul Murat hem kardeşi Abdurrahim ile hem de Biçiciler Camisi’ndeki gençlerle ilgilenmektedir. Camide Kur’an dersi veriyor, halkalar oluşturup İslami sohbetler veriyordu. Bir arkadaşın deyimiyle “Tatlı sert” bir arkadaştır. Dava işlerinde tavizsiz ve serttir. Ama ilgilenme ve davet işlerinde oldukça yumuşaktır. Şehid olmadan önce, son yarım saat öncesinde bir arkadaşını görmeye gider. Arkadaşından aldığımız bilgiye göre Murat gayet sevinçliydi. Veda eder gibi bir hali vardı. Acelesi vardı. Kalktı, kucaklaştı, veda etti. Gittikten yarım saat sonra saldırıya uğrayıp şehid oldu. Şehid ettiklerinde Abdurrahim yanında değildi. Murat’ın şehid edildiğini gören Abdurrahim, ona koşarak gider. Ancak bu koşuş şehadete koşmak olur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.