M. Zülküf YEL

M. Zülküf YEL

Gavurun ekmeğini yiyen kılıcını sallar

Son zamanlarda muhafazakâr cepheden, kırmızı çizgiler konusunda bile son derece aykırı ve şaşırtıcı sesler yükselmektedir. Zamanında şu veya bu şekilde hakları ellerinden alınanların mazlumiyeti ve omuzları üzerinden yükselip bir yerlere gelenler, aslında hangi dinamiklerle oralara gelindiğini unutmaya başladılar. Bazıları emek ve alın teri ile bir yerlere geldikten sonra geldikleri yeri unuttular. Nemli bodrumlarda dava ihlası ile büyüyenler, rezidanslara taşınınca her şeyi unuttular. Dilleri, yaşamları, vizyonlar ve hayata bakış açıları değişti. Güç sarhoşluğu yaşayan bu taife, geldiği mahallenin dinamiklerini unuttu. Unutmakla da kalmadı, küçük görmeye başladı. Dahası, “ne deveye ne de kuşa” benzeyen çok garip bir duruş ortaya koymaya başladılar. Köklerinden kopmanın vermiş olduğu savrulmuşluk ile garip tezlerin ve yıkıcı misyonların görünen yüzü olmaya başladılar.

Diğer bir kesime gelince; onlar zaten bu mahalleye ait değillerdi. Bu mahallenin tozunu, dumanını yutan, emeği ve çilesi ile büyüyen, bu mahallenin öz çocukları değillerdi. Ezilmişlerin omuzları üzerinden yükselen toplumsal yükselişe “kaynak” yaptılar. Bu yükseliş dalgasını ranta çevirdiler. Alın teri ve çile ile büyüyen ve kasırgaya dönüşen rüzgar ile yelkenlerini sonuna kadar şişirdiler. Hiçbir bedel ödemeden, bedellerle inşa edilen bir tepenin zirvesine kondular. Bu zirveye konmakla kalmadılar, zirvenin teke sahibi olmaya çalıştılar. Kendileri dışında zirvede bulunanları aşağıya yuvarlamaya çalıştıkları gibi tırmananları da tekmeleyip aşağıya yuvarladılar. Şu an iktidar içerisinde muktedir olan ve sesleri gür bir şekilde çıkan kesim de bunlar. Osmanlı ve Selçuklu devletlerinin dağılma ve yıkılma sürecinde, sarayı ve yönetimi teslim alan saray kadınlarına özenerek, muktedir olmayı düşünüyorlar. Adeta, “devlet içinde devlet” tiyatrosunu oynamaya çalışıyorlar. Hele ki bunlar içerisinde Sicilya mafya babası Al Pacino gibi giyinip adeta rajon kesenler, güç zehirlenmesinin zirvesini yaşıyorlar. Artık muhafazakâr kesimin, “biz nereye gidiyoruz”, sorusunu kendilerine sormaları lazım. Sizi, siz yapan değerlerden uzaklaştığınız gün, kazandığınız hiçbir mevzi size ait değildir.

“Ne deveye ve de kuşa benzeyen” bu kesime, soyundukları toplumsal misyon, onlara birkaç gömlek fazla gelmektedir. “Şımarık ve ne oldum delisi” olan bu kesim, adeta toplumsal bir felakete benzin dökmektedir. Bir yandan AB fonları, diğer yandan feminizmin yoğun baskısı altında aşağılık kompleksi ile bu topluma ait olmayan değerlere sahip çıkmaktadırlar. İstanbul Sözleşmesi ve buna benzer toplumumuzu felakete sürükleyen her tahrip edici proje bu kesim tarafından çok garip argümanlarla sahiplenilmektedir. Cepleri ve zihinleri farklı kaynaklardan beslenenler, gittikçe beslendikleri kaynaklara benzemeye başladılar. Onlar gibi düşünmeye ve onlar gibi konuşmaya başladılar. Öyle ya fabrikaya ham madde olarak ne atarsanız ortaya çıkan mamul de ona benzer.

Sözün burasında, aklıma yaşanmış bir hikâye geldi.

Zamanın birinde eşek eti skandalı patlak vermişti. Özellikle lokantanın birisi, bu eşek eti satıcısından bolca et almış ve uzun bir müddet müşterilerine bu etten yedirmişti. Bu lokantanın müdavimlerinde birisi, bu skandalı duyunca şöyle der:

“Bu lokantaya sık sık giderdim. Burada çok kebap yedim ve bu lokantanın kebaplarını yedikten sonra bana garip şeyler olmaya başladı. Durup dururken ve insanlar konuşurken benim de içimde garip bir şekilde eşek gibi zırlama hisleri uyanıyordu ve kendimi eşek gibi hissediyordum. Zırlamamak için kendimi zor zapt ediyordum.”

Bu vatandaşa hak vermemek ne mümkün?

Binaların bodrumlarında iken çok farklı konuşmaya başlayanların, rezidanslarda söylemleri çok değişti. Hatta ses tonları bile çok değişti. Tabi bu arada hiçbir zaman bu toplumun değerleri ile barışık olmayan ve İslam ile savaş halinde olmayı, hayat felsefeleri haline getirmiş olanların yoğun alkış ve tebriklerine mazhar oluyorlar. Onlar ezilmiş bir dünyadan hayal edemedikleri bu yerlere gelince ve de karşı mahallenin tebrik ve alkışlarına mazhar olunca tamamen kendilerini kaybettiler. “Ne oldum delisi” sendromu müptelası oldukları keşfedilen bu taife, üzerinden adeta toplum mühendisliği yapılmaktadır. “Alkışlarla yaşayan” bu taife, toplumsal tahribata her gün yeni bir boyut ile katkıda bulunmaktadır.

Düşmanın kişiyi övmesi hayatın normal akışına terstir hele de hararetle övmesi…

Son olarak, Fidel Castro’ya atfedilen bir söz ile bitirmek istiyorum:

“Eğer düşmanın seni övüyorsa, sende bir p...luk var demektir.”

Bizden söylemesi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.