Habib-i Neccar ve İmanlı Direniş

Habib-i Neccar ve İmanlı Direniş

Rivayetlere göre Antakya… Allah’ın elçileri ile şehrin ileri gelen inkarcıları arasındaki münakaşa ve mücadele almış başını gidiyor.

Bir şehir… Rivayetlere göre Antakya… Allah’ın elçileri ile şehrin ileri gelen inkarcıları arasındaki münakaşa ve mücadele almış başını gidiyor. Allah’ın elçisi peygamberlerin, şahsi çıkarlar için istedikleri bir şey yok. Bilakis muhataplarının iyiliğini istiyor, onları mutluluk ve saadet yoluna çağırıyorlardı. Allah’ın elçilerinin karşısında ise gözleri dönmüş, akl-ı selim ile hareket kabiliyetlerini kaybetmiş, fayda ve zararlarına olan şeyi ayırt edemeyen, iyilik, diyaloğ ve münasebet adabını bilmeyen kaba-saba insan topluluğu…

Hakk ile batıl arasındaki bu mücadelenin bir kesiti ilahi kelama şöyle konu oluyordu:

“Hani biz onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar ikisini yalanlamışlardı. Biz de (iki elçiyi ) bir üçüncüyle güçlendirdik; böylece dediler ki: “Şüphesiz biz, size, gönderilmiş elçileriz.”

Dediler ki:  “Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahman (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz yalnızca yalan söylemektesiniz.”

Dediler ki: “Rabbimiz gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir.”

“Bizim üzerimizde de (sorumluluk olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur.”

Onlar dediler ki “Herhalde biz sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize ) bir son vermeyecek olursanız, andolsun sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır.”

Dediler ki “Uğursuzluğunuz, sizinle birliktedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Hayır, siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz.”[1]

İşte tam bu sırada elçilerin davetine gönlünü açmış, iman hakikatlerini en üst seviyede özümsemiş ve iman ateşi kendisini harekete geçirmiş bir mü’min, şehrin en uzak yerinden koşarak gelmiş ve; “…Ey kavmim, elçilere uyun!”[2] diyordu.

Üstad  Seyyid Kutub, iman eksenli bu çıkışı şöyle değerlendirir:

Bu adam, çağrıyı duymuş ve mantıklı delilleri gördükten sonra icabet etmiş bir kimsedir. Kalbi iman gerçeğinin bilincine varınca, bu gerçek vicdanında harekete geçmiş ve ona karşı sessiz kalmamıştır. Etrafında sapıklık, inkâr ve zulüm çirkeflerini görüp durduğu halde, sahip olduğu inancı evine hapsetmemiştir. Aksine, vicdanına kök salan ve duygularında hareket edip duran gerçeği, halkına süratle götürmüştür. O, hak ve gerçeği onlara götürürken, onlar durmadan yalanlıyor, inkar ediyor, cezalandıracaklarını söylüyor ve tehditler savuruyorlardı. Bu zat, kavmini gerçeğe çağırma, onları zulümden vazgeçirme ve elçilere karşı gerçekleştirmek üzere oldukları çirkin düşmanlıklarına engel olma konusundaki görevini yerine getirmek için, şehrin en uzak yerinden koşup gelmişti.

Görünüşe göre bu adamın, halkı arasında bir makam ve otoritesi yoktu. Kavmi ve kabilesi arasında kendisini savunup koruyacak kimsesi de bulunmuyordu. Fakat vicdanındaki canlı inanç, kendisini iterek şehrin bir ucundan öteki ucuna sevk ediyordu.[3]

İşte Ya-Sin Suresinde kıssası anlatılan ve yüce Allah (cc) katında yüksek bir makama ulaştığı  anlaşılan bu mübarek zat, rivayetlerin çoğuna göre Habib-i Neccar’dır.

İbn-i Kesir şöyle der: Belde halkı kendilerine gelen elçileri öldürmek istediler. Bunun üzerine şehrin en uzak tarafından, bu elçilere yardım etmek üzere Habib-i Neccar koşarak geldi. Habib-i Neccar, ipek elbise dikicisiydi ve ipek üzerine çalışırdı. Çokça sadaka verir, kazancının yarısını bu vesileyle dağıtırdı.

Kurtubi ise der ki: Habib- i Neccar, cüzamlı idi. Evi, şehrin en uzak kapısının yanındaydı. Yetmiş sene boyunca, kendisine acıyıp hastalığını giderirler ümidiyle putlara ibadet etmişti. Fakat putlar, onun bu arzusuna cevap verememişlerdi. Elçileri görüp de, elçiler onu Allah’a davet edince; “Herhangi bir mucizeniz var mı?” diye sordu . Onlar da; “Evet her şeye gücü yeten Rabbimize dua ederiz, O seni içinde bulunduğun dertten kurtarır” dediler. Bunun üzerine Habib-i Neccar dedi ki: “ Bu hayret verici bir şeydir. Ben, bu hastalığı benden gidermeleri için yetmiş yıldır şu putlara dua ediyorum. Fakat onlar bunu yapamadılar. Sizin Rabbiniz bir sabah vaktinde bunu nasıl yapacak?” Elçiler dediler ki: “Evet, bizim Rabbimiz dilediğini yapabilir. Bu putlar ise ne bir fayda sağlayabilir, ne de bir zarar verebilir.” Bunun üzerine Habib-i Neccar iman etti. Onlar da rablerine dua ettiler ve Yüce Allah (cc) onun hastalığını giderdi.

Habib-i Neccar’ın, kavmini hakka davet etmede çok güzel ve etkileyici bir üslup kullandığını görmekteyiz. Nitekim O; “Ey kavmim” diyerek öncelikle hemşehrilik şefkatini ileri sürmüş, daha sonrada akıl ve mantıklarına hitaben şöyle demiştir: “Sizden bir ecir istemeyen o zatlara uyun ki, onlar hidayete ermişlerdir.”[4] Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der: Bir yolcunun bir rehbere uyması için, iki sebep söz konusu olabilir. Bunlar; rehberin uygun bir ücret istemesi ve rehberin ehliyetine güvenilmesidir. Allah’ın elçileri de hidayet rehberleri olup bu görevlerinde herhangi bir ücret talebinde bulunmazlar. O halde onlara tabi olunmaması için herhangi bir sebep söz konusu değildir.

Mevdudi de  bu görüşlere paralel der ki : Bu cümlede Allah’ın kulu, peygamberlerin doğruluğu yönündeki tüm delilleri toplamıştır. Bir nebinin doğruluğu yalnızca iki şekilde ölçülebilir: Birincisi, söz ve hareketleri; ikincisi, herhangi bir maddi çıkar gözetip gözetmediği.

Mevdudi sözlerine devamla, bu kıssa ile Mekke müşriklerine şöyle bir ders verilmek istendiğini belirtir: Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kulunun bu sözlerini naklettikten sonra, peygamberlerin doğruluğunun ölçülmesi için insanlara bir ölçü vermiş oluyor. Kur’an-ı Kerim diyor ki: Hz. Resulullah (a.s.)’ın sözleri ve hareketleri onun doğru yolda olduğunu gösteriyor. Ayrıca onun bu uğraşının arkasında maddi bir çıkar veya şöhret kazanma hevesi de yoktur. O halde aklı başında bir kişi onun davetini nasıl reddedebilir ki?

Kur’an-ı Kerim’de Habib’i Neccar adındaki bu mü’min hakkında anlatılanlardan anlaşılan onun kısa bir süre sonra Şehid edildiği ve Allah nezdinde büyük bir makama eriştiğidir.

“Ona; cennet’e gir denildi”[5] Bu cümlenin yorumu hususunda müfessirler arasında ihtilaf vardır. Katade, bunu şöyle yorumlamıştır: Kavmi tarafından şehit edilir edilmez Allah onu derhal cennet’e soktu. O da şu an cennette yaşamakta ve rızıklanmaktadır.

Mücahid ise şöyle der: Melekler bu sözleri ona bir müjde olarak söyledi. Yani kendisine cennet’e gitmeyi hak ettiği, bunun ona vacip olduğu, kıyametten sonra cennete girecek olan diğer mü’minlerle birlikte cennet’e gireceği müjdesi verilmiştir.

“Keşke kavmim bilseydi”[6]

Bu sözler bu mü’min kişinin ahlak ve faziletinin yüksekliğini göstermektedir. Kendisini katledenlere karşı hiçbir kin ve intikam alma hissi yoktur. Ölümünden sonra yüreğine doğan ilk istek de, milletinin kendisinin iyi durumunu bilmesi ve ibret almasıdır. Hadis-i Şerifte onun hakkında; “Yaşarken de öldükten sonra da kendi milletinin hayrını istedi” denilmiştir.

Zemahşeri’den  merfu diye rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Ümmetlerin ileri gelenleri üç kişidir. Bunlar göz açıp kapama süresince dahi kafir olmamışlardır. Bunlar; Hz. Ebubekir (başka rivayette Hz. Ali) Firavun hanedanından iman eden şahıs ile Ya-Sin süresinde sözkonusu edilen zattır. İşte bunlar sadık olan kimselerdir.”

Bu hadis-i şerif, Habib-i Neccar’ın iman etmeden önce putlara ibadet ettiği yönündeki rivayeti geçersiz kılmaktadır. Yine en iyisini bilen Allah’tır.

İnzar Dergisi

[1] Yasin/14-19

[2] Yasin /20

[3] Fizilal-il Kur’an Yasin suresi tefsiri

[4] Yasin/ 21

[5] Yasin/26

[6] Yasin/26
 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.