Selahaddin YILDIRIM
Helvadan bir put: Laiklik
Batı dünyasının geçirmiş olduğu tarihi şartlardan ortaya çıkan laiklik, her iki dünya savaşından sonra İslam dünyasında da görülmeye başlandı. İslam dünyasında laikliğin ilk durağı Türkiye'dir. Birinci cihan harbinden yenik çıkan Türkiye kendisini mağlup eden batı'nın eteklerine sarıldı. Aslında Türkiye'deki laiklik düşüncesi ve uygulamalarının tarihi cumhuriyet'ten öncesine dayanır. Tanzimat, batılılaşma ve batılı değerlerin kabulünün başlangıcıdır diyebiliriz. Osmanlı, yaşadığı sıkıntıları aşmak, batı dünyasına askeri ve ekonomik sahada yetişmek amacıyla yeni bazı düzenlemelere girişti. Ortaya konan bu düzenlemelere taklit ruhu ve batı karşısındaki yenilginin psikolojisi hakimdi. Ünlü bilgin İbn-i Haldun'un yüz yıllar önce isabetle ortaya koyduğu ‘zayıf medeniyetler güçlü olanı taklit eder' ilkesi hükmünü icra ediyordu. Başkasından alınanın, niçin ve neden alındığı, kârının ve zararının ne olacağı hesap edilmedi.
Osmanlının son dönemlerinde başlayan bu taklitçi ruh, cumhuriyetle beraber bir tabu ve din haline dönüştü. Cumhuriyetle beraber yapılan ve adına inkılap denilen şeyler için kimse, bunlar yanlıştır diyemedi, diyemezdi. Kemalist ideolojinin esasları kutsal ve dokunulmaz sayıldı. 1937'de Anayasaya konan laiklik maddesi, sonunda değiştirilemez ve hatta değiştirilmesi teklif edilemez maddeler arasında yer aldı.
İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde, ikinci cihan harbi sonrası bağımsızlıklarına kavuşan devletlerin de çoğu laiklik ilkesini benimsedi. Bu devletler içinde Tunus'un laiklik uygulaması Türkiye'ninkine yakın bir uygulamadır. Dini değerleri ve özellikle kadının örtünmesine tahammülü olmayan totaliter bir uygulama.
Şimdi her şeyden önce, başka bir coğrafya ve kültüre ait sorunlar için belirlenmiş bir çözümü, ondan çok farklı bir kültür ve coğrafyadaki sorunlar için de çözüm olarak uygulamanın saçmalığını görmek lazımdır. Ne yazık ki o dönemde bu yanlışa ve bunun ilerde doğuracağı tehlikelere dikkat çeken seslere kulak verilmedi. Kemalist rejim, bu aydın düşünür ve alimleri gerici, yobaz ve ilerleme düşmanı hain kişiler olarak yaftaladı. Bunlardan kimisi darağacında asıldı, kimisi sürgün edildi, Üstad Bediüzzaman gibi çağın dâhisi bir kahraman alim ise sürgün ve hapishanelerde inanılmaz işkence ve zulümlere maruz bırakıldı.
İslam aleminde din ile devlet birbirinden niçin ayrılacaktı? Bunu gerekli ve zorunlu kılan sebepler mi vardı? Var idiyse nelerdi bunlar? Orta çağ Avrupa'sında olduğu gibi bizde de ilerleme ve gelişmelere mani bir din adamı sınıfı ve bunların sultası mı vardı? Avrupa'da olduğu gibi, bizde de otuz yıl, yüz yıl devam eden mezhep savaşları mı olmuştu? İslam'ın getirdiği ahlâki ve toplumsal kurallar ilerlemeye, güçlenmeye engel olacak bir mahiyette miydi? Elbette ki bunların hiç biri yoktu ve olmamıştı. Ama Avrupa'da gelişen bir süreç, bizde de olmuş gibi kabul edildi. Yani amansız bir hastalığa yakalanmış kişiye verilmesi gereken ilaçlar, nezleye yakalanmış hastaya da verildi ve bu sonuncusunun sağlığı temelden bozuldu. Laikliğin İslam alemindeki uygulaması ve sonucu böyle oldu. Teşhis yanlış, tedavi yanlış.
Evet, Müslümanların oluşan yeni gelişmeler karşısında yapmaları gereken değişiklikler vardı. Bir tadilat gerekliydi ama; bu yapılanlar gibi kökten bir yıkım olmamalıydı. Dış güçler, kendi özümüzden bir değişim ve yeniliğin olmaması için var güçleriyle çalıştılar. Kültür emperyalizminin icap ettirdiği her yola başvurdular. Kurtuluşun sadece batılı değerleri almada ve batı türü bir yaşam sürmede olduğunu güçlü bir şekilde telkin ettiler ve sonunda olanlar oldu.
İslam'ın getirdiği evrensel ilkeler, her toplum ve yapıyı ayakta tutacak özelliktedir. O, fıtrat dinidir ve insanın her iki dünyasını mamur edecek esasları vazetmiştir. Aslında batı da İslam'ın bu potansiyel gücünü bildiği için, ezeli rakibi İslam dünyasının güçlenmesinin dine bağlılıkta olduğunu anladığı için, onu bu güç kaynağından uzaklaştırıp zayıf düşürme ve kendisine mahkum etme planını devreye koydu. Bunu laiklik, modernlik, küreselleşme vb sözcüklerle de gizlemeye çalıştı. Batı, tarih boyunca silah ve askeri güç ile yapamadığını bu sinsi plan ile yaptı.
Evet, batı dünyası, tarihte ilk kez bu türlü yalan desiselerle Müslümanları aldattı ve onları manen bozguna uğratarak kendine mahkum etti. Dolayısıyla laisizm çağın en tehlikeli oyunu ve en sinsi yalanıdır. Batı, dün piyasaya sürdüğü bu helvadan putunu bugün yemeye başladı. Batıda İslam karşıtı ırkçı söylemler her geçen gün artarak büyüyor. İslam'a ve Müslümanlara tahammül edilmiyor. Hani laiklik din ve vicdan özgürlüğüydü? İki yüzlü batı, Türkiye gibi laiklik putlarını tersinden diken Kemalist rejime bir defa dahi bu yapılanın yanlış olduğunu söylemedi. Türkiye'nin özel şartları dendi ve İslam düşmanlığı olarak tatbik edilen laiklik korundu. Ama artık batı'nın ve onun yerli işbirlikçilerinin maskeleri yavaş yavaş düşüyor. Hakikat güneşi, bütün sıvama girişimlerine rağmen şavkını yaymaya devam ediyor.
Görüş ve Önerileriniz için... [email protected]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.