Hicretün Mübareketün!
Kavurucu bir yaz ayında ve Yesrib`in kızgın kumlarında; sahrayı vahaya döndüren bir ‘nefes`le başlamıştı kutlu yolculuğun!
Kavurucu bir yaz ayında ve Yesrib`in kızgın kumlarında; sahrayı vahaya döndüren bir ‘nefes`le başlamıştı kutlu yolculuğun! Bizler; o soluğu, ciğerlerimize dolu dolu çekemeyişin ıstırabını yaşıyoruz hala… Bizler; o soluğu, ciğerlerimize dolu dolu çekemeyişin ıstırabını yaşıyoruz hala… Terk edip gidemeyişlerimizin, bırakıp ayrılamayışlarımızın ıstırabını… Gitsek bile, dönüp de bulamayışlarımızın kaygısını taşıyoruz… Oysa sadece ‘gitmek` düşmüyor mu; gönülden iman edene?
Saklı bahçe!
Güllerle bezeli…
Rahmete kanmış…
Aşka adanmış…
Çölün bağrında laleler açmış…
Gülü bülbül, canı ten, suyu gün almış…
Saklı bahçe!
Dikenler sarmış…
Baykuşlar ötmüş…
Masmavi gökte yüzler kararmış…
Nasipsizler etrafı nasıl da sarmış…
Dikenleri el, ötüşleri yel, taşı sel almış…
Saklı bahçe!
Yolu ateşli…
Umutsuz vaka…
Çöl yamacında…
Sevgisiz olmaz ki gün kucağında…
Adı hicret, dili hasret, acısı kesret…
Gül kucağında…
***
Gecenin en koyu deminde, gök kubbedeki kandiller eşliğinde başlayan bir yolculuk! El-Ekber’in eliyle kutsanan… Hüzne katık umutlara gebe bir akşam! Doğum sancılarıyla kıvranan… Ve iki güzel insan! Biri en emin biriyse en sadık… Birbirine yoldaş kılınan…
Bu gece ay neden bu denli nazlı, sahi? Yıldızlar neden fısıldanıyorlar ve neyi? Rahmete mi, gazaba mı dönüşecek şu sessiz çığlıklar? Ki; arzdan arşa yükseliyorlar… Bir dirilişi müjdeliyorlar… Bir tahvilâtı arz ediyorlar… Firak aleviyle ilahi nuru birleştiriyorlar… Yola revan olmuşların etrafında dolanıyorlar… Ve mü’min gönüllere duyurmaya çalışıyorlar…
Hangi sine kayıtsız kalabilir ki bu hale? Hangi yürek bertaraf eder duyularını, bu kutlu davete?
Bir ses ki; yankısı asırları aştı, aşıyor!
Bir çağrı ki; kalpleri huzura erdirdi, erdiriyor!
Bir beşer ki; on sekiz bin âlemi seyretti, seyrettiriyor…
Bir Nebi ki; beşeriyeti hakkıyla fehmetti ve dimağlarımıza fehmettiriyor…
Bir Resul ki; kulluk bilincini ve ahlak erdemini yaşamına zerk etti ve damarlarımıza zerk ediyor… Yaşamın gayesini layıkıyla bildi, bildirdi ve dimağlarımıza bildiriyor…
Bu ‘Çağrı’ asırlardır yankılanıyor… Kıyamete değin de sürecek, buyruluyor…
***
Ey ayet adımlı yolcu!
Seferin, sadece üç beş çapulcunun zorlamaları sonucu (hâşâ) değil; Sana sunulan Saltanat-ı Rabbaniyeyeydi, bilirim…
Rabbin Sana ne darıldı ne de terk etti Seni! Düşmanlarının eline bırakacak da değildi… İçinde nice hayırlar, nice güzellikler, nice hikmetler gizli; sıkıntılarla çevrili yollardan geçirdi… Sığındığın mağarayı; kınalı, beyaz bir çift güvercinle ve minicik bir örümcekle kollayıp menziline sağlıcakla varmanı sağladı… Dağlar da, taşlar da, cümle hayvanat da ve tüm kâinat da O’nundu nihayetinde ve emrine amadeydi… Rabbin Seni kadirbilmezlerin mekânından aldı, Medine’de sultanlığa atadı! Cennetin seyyidliğiyle ‘Usvetün hasene’ erdirdi… Ve sevdi… Öyle ki; ‘Habibim!’ dedi…
Ey ayet bakışlı muhacir!
Hicretin, yalnızca Mekke’den Medine’ye değil; maddeden manayaydı, bilirim…
Seni, doğup büyüdüğün; kırlarında özgürce dolaştığın yurdundan çıkaran Rahman, ebedi bir yurt hazırlamıştı Sana! Ellerinle inşa ettiğin mescidin yanı başında… Cennet yamacında… Sükûtunda huzur bulduğun Hira’n, bundan böyle ‘Erkam’ın evi’ydi ve mü’minlerin gönülleri… Kıymetlin Hatice (r.anha)’nin şefkatli bağrına mukabil; Aişe (r.anha)’nin sevgi dolu yüreği ‘eş’ kılındı Sana… Tüm yitirdiklerin asli buluşlara bıraktı yerini ve ey Nebi Rahim olan Allah, Seni Mekke’ye geri gönderdi! Hem de daha bir güçlü ve daha bir imtiyaz sahibi…
Şimdi, yaşamından kesitler sunmaktan evla, yaşamından pay alıp uygulama demi değil mi? Sensizlik acısıyla kıvranmakla beraber Sen’li adımlar atmak, hayata Sen’ce bakmak ve sünnetini ihya etmek gerekmez mi? İman, hicret ve cihad basamaklarını, Senin yaptığın gibi sırasıyla çıkmak; bunları yaparken de Kur’ani çizgiden sapmamak icap etmez mi? Ümmetin, ey Resul, yoksa bundan bihaber mi?! Yerini-yurdunu bırakıp, Allah (c.c) için ve Din-i Mübin için hicret ettiğinden bu yana sahi kaç asır geçti? Ya asırlar sonra, biz; ne denli kavrayabildik muhacereti?
Kavurucu bir yaz ayında ve Yesrib’in kızgın kumlarında; sahrayı vahaya döndüren bir ‘nefes’le başlamıştı kutlu yolculuğun! Bizler; o soluğu, ciğerlerimize dolu dolu çekemeyişin ıstırabını yaşıyoruz hala… Terk edip gidemeyişlerimizin, bırakıp ayrılamayışlarımızın ıstırabını… Gitsek bile, dönüp de bulamayışlarımızın kaygısını taşıyoruz… Oysa sadece ‘gitmek’ düşmüyor mu; gönülden iman edene? Amel edip de imanı, küfrün gözüne batana… Tebliğ edip de irşadı, şirkin belini kırana… Böylelikle -imanını rahat yaşayamamakla beraber- hayatı tehlikeye girene… Sadece ‘gitmek’; hicret etmek…
Evet, hicret! Kitab-ı Mübin’de:
“Öz nefislerinin zalimleri olarak, canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: “Ne işte idiniz?” Onlar: “Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik” derler. Melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya” derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna” (Nisa /97- 98) diye buyrularak mahiyeti açıklanan…
Hicret! Hz. İbrahim’in, Hz. Lut’un, Hz. Hud’un, Hz. Salih’in, Hz. Şuayb’ın ve “Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim’in hicretini kendisine örnek alanlardır” (Ebu Davud) buyuran Hz. Muhammed Mustafa’nın sünneti olan tebdili mekân…
Hicret! Hakkı, gönlünde ve gönüllerde hâkim kılmak için evinden, yurdundan çıkanı; “Kim Allah yolunda hicret ederse; yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Resulü’ne muhacir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah’a aittir” (Nisa /100) buyruğunca, hıfzullah ile müşerref kılan…
Ve muhacir ki; “… (İbrahim) dedi ki: Hakikaten ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki mutlak ve galib, tam hüküm ve hikmet sahibi O`dur” (Ankebut / 26) izahatıyla, Rabbinin rızasından gayrı her ne niyet taşıyorsa, atıp bir tarafa yalnızca ‘rıza’ya giriftar olan…
Bizler atamız İbrahim (a.s) gibi ve önderimiz Muhammed Mustafa (a.s) gibi yalnızca Allah’a hicret edelim ki; yarınlarımız asli dönüşlere ve kavli dirilişlere gebe olsun… Onunla başlayan varlığımız yine O’nda fena bulsun… Cancağızımız din-i İslam’a feda olsun… Ruhumuz kanatlanıp ebedi huzura doysun… İsteklerimiz bundan böyle, âlemi ervahta yol bulsun… İstemez miyiz ki; “Dünya onların (kâfirlerin) ahiret bizim olsun!”
Muhacereti; iman rükünlerinden bilip Allah’a ve Resulü’ne layıkıyla yönelmek dua ve temennisiyle…
Elif Yüksek / Nisanur Dergisi - Ağustos 2012
Güllerle bezeli…
Rahmete kanmış…
Aşka adanmış…
Çölün bağrında laleler açmış…
Gülü bülbül, canı ten, suyu gün almış…
Saklı bahçe!
Dikenler sarmış…
Baykuşlar ötmüş…
Masmavi gökte yüzler kararmış…
Nasipsizler etrafı nasıl da sarmış…
Dikenleri el, ötüşleri yel, taşı sel almış…
Saklı bahçe!
Yolu ateşli…
Umutsuz vaka…
Çöl yamacında…
Sevgisiz olmaz ki gün kucağında…
Adı hicret, dili hasret, acısı kesret…
Gül kucağında…
***
Gecenin en koyu deminde, gök kubbedeki kandiller eşliğinde başlayan bir yolculuk! El-Ekber’in eliyle kutsanan… Hüzne katık umutlara gebe bir akşam! Doğum sancılarıyla kıvranan… Ve iki güzel insan! Biri en emin biriyse en sadık… Birbirine yoldaş kılınan…
Bu gece ay neden bu denli nazlı, sahi? Yıldızlar neden fısıldanıyorlar ve neyi? Rahmete mi, gazaba mı dönüşecek şu sessiz çığlıklar? Ki; arzdan arşa yükseliyorlar… Bir dirilişi müjdeliyorlar… Bir tahvilâtı arz ediyorlar… Firak aleviyle ilahi nuru birleştiriyorlar… Yola revan olmuşların etrafında dolanıyorlar… Ve mü’min gönüllere duyurmaya çalışıyorlar…
Hangi sine kayıtsız kalabilir ki bu hale? Hangi yürek bertaraf eder duyularını, bu kutlu davete?
Bir ses ki; yankısı asırları aştı, aşıyor!
Bir çağrı ki; kalpleri huzura erdirdi, erdiriyor!
Bir beşer ki; on sekiz bin âlemi seyretti, seyrettiriyor…
Bir Nebi ki; beşeriyeti hakkıyla fehmetti ve dimağlarımıza fehmettiriyor…
Bir Resul ki; kulluk bilincini ve ahlak erdemini yaşamına zerk etti ve damarlarımıza zerk ediyor… Yaşamın gayesini layıkıyla bildi, bildirdi ve dimağlarımıza bildiriyor…
Bu ‘Çağrı’ asırlardır yankılanıyor… Kıyamete değin de sürecek, buyruluyor…
***
Ey ayet adımlı yolcu!
Seferin, sadece üç beş çapulcunun zorlamaları sonucu (hâşâ) değil; Sana sunulan Saltanat-ı Rabbaniyeyeydi, bilirim…
Rabbin Sana ne darıldı ne de terk etti Seni! Düşmanlarının eline bırakacak da değildi… İçinde nice hayırlar, nice güzellikler, nice hikmetler gizli; sıkıntılarla çevrili yollardan geçirdi… Sığındığın mağarayı; kınalı, beyaz bir çift güvercinle ve minicik bir örümcekle kollayıp menziline sağlıcakla varmanı sağladı… Dağlar da, taşlar da, cümle hayvanat da ve tüm kâinat da O’nundu nihayetinde ve emrine amadeydi… Rabbin Seni kadirbilmezlerin mekânından aldı, Medine’de sultanlığa atadı! Cennetin seyyidliğiyle ‘Usvetün hasene’ erdirdi… Ve sevdi… Öyle ki; ‘Habibim!’ dedi…
Ey ayet bakışlı muhacir!
Hicretin, yalnızca Mekke’den Medine’ye değil; maddeden manayaydı, bilirim…
Seni, doğup büyüdüğün; kırlarında özgürce dolaştığın yurdundan çıkaran Rahman, ebedi bir yurt hazırlamıştı Sana! Ellerinle inşa ettiğin mescidin yanı başında… Cennet yamacında… Sükûtunda huzur bulduğun Hira’n, bundan böyle ‘Erkam’ın evi’ydi ve mü’minlerin gönülleri… Kıymetlin Hatice (r.anha)’nin şefkatli bağrına mukabil; Aişe (r.anha)’nin sevgi dolu yüreği ‘eş’ kılındı Sana… Tüm yitirdiklerin asli buluşlara bıraktı yerini ve ey Nebi Rahim olan Allah, Seni Mekke’ye geri gönderdi! Hem de daha bir güçlü ve daha bir imtiyaz sahibi…
Şimdi, yaşamından kesitler sunmaktan evla, yaşamından pay alıp uygulama demi değil mi? Sensizlik acısıyla kıvranmakla beraber Sen’li adımlar atmak, hayata Sen’ce bakmak ve sünnetini ihya etmek gerekmez mi? İman, hicret ve cihad basamaklarını, Senin yaptığın gibi sırasıyla çıkmak; bunları yaparken de Kur’ani çizgiden sapmamak icap etmez mi? Ümmetin, ey Resul, yoksa bundan bihaber mi?! Yerini-yurdunu bırakıp, Allah (c.c) için ve Din-i Mübin için hicret ettiğinden bu yana sahi kaç asır geçti? Ya asırlar sonra, biz; ne denli kavrayabildik muhacereti?
Kavurucu bir yaz ayında ve Yesrib’in kızgın kumlarında; sahrayı vahaya döndüren bir ‘nefes’le başlamıştı kutlu yolculuğun! Bizler; o soluğu, ciğerlerimize dolu dolu çekemeyişin ıstırabını yaşıyoruz hala… Terk edip gidemeyişlerimizin, bırakıp ayrılamayışlarımızın ıstırabını… Gitsek bile, dönüp de bulamayışlarımızın kaygısını taşıyoruz… Oysa sadece ‘gitmek’ düşmüyor mu; gönülden iman edene? Amel edip de imanı, küfrün gözüne batana… Tebliğ edip de irşadı, şirkin belini kırana… Böylelikle -imanını rahat yaşayamamakla beraber- hayatı tehlikeye girene… Sadece ‘gitmek’; hicret etmek…
Evet, hicret! Kitab-ı Mübin’de:
“Öz nefislerinin zalimleri olarak, canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: “Ne işte idiniz?” Onlar: “Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik” derler. Melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya” derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna” (Nisa /97- 98) diye buyrularak mahiyeti açıklanan…
Hicret! Hz. İbrahim’in, Hz. Lut’un, Hz. Hud’un, Hz. Salih’in, Hz. Şuayb’ın ve “Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim’in hicretini kendisine örnek alanlardır” (Ebu Davud) buyuran Hz. Muhammed Mustafa’nın sünneti olan tebdili mekân…
Hicret! Hakkı, gönlünde ve gönüllerde hâkim kılmak için evinden, yurdundan çıkanı; “Kim Allah yolunda hicret ederse; yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Resulü’ne muhacir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah’a aittir” (Nisa /100) buyruğunca, hıfzullah ile müşerref kılan…
Ve muhacir ki; “… (İbrahim) dedi ki: Hakikaten ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki mutlak ve galib, tam hüküm ve hikmet sahibi O`dur” (Ankebut / 26) izahatıyla, Rabbinin rızasından gayrı her ne niyet taşıyorsa, atıp bir tarafa yalnızca ‘rıza’ya giriftar olan…
Bizler atamız İbrahim (a.s) gibi ve önderimiz Muhammed Mustafa (a.s) gibi yalnızca Allah’a hicret edelim ki; yarınlarımız asli dönüşlere ve kavli dirilişlere gebe olsun… Onunla başlayan varlığımız yine O’nda fena bulsun… Cancağızımız din-i İslam’a feda olsun… Ruhumuz kanatlanıp ebedi huzura doysun… İsteklerimiz bundan böyle, âlemi ervahta yol bulsun… İstemez miyiz ki; “Dünya onların (kâfirlerin) ahiret bizim olsun!”
Muhacereti; iman rükünlerinden bilip Allah’a ve Resulü’ne layıkıyla yönelmek dua ve temennisiyle…
Elif Yüksek / Nisanur Dergisi - Ağustos 2012
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.