M. Zülküf YEL
Hindistan’daki vahşetin düşündürdükleri
İslam dünyası Ortadoğu’daki olaylara yoğunlaşmış iken, Hindistan’daki Hindu çeteler ve onlara destek veren Hint kolluk kuvvetleri, Müslümanları acımasızca katletmektedir. Diri diri gömülenler, yakılanlar, linç edilenler… Maalesef her zaman olduğu gibi çok vahşi bir şekilde öldürülenler Müslüman olunca ve Müslüman kanı da son derece ucuz addedilince, kimse bu insanlık suçuna ses çıkarmıyor. Kayıtsız olan kişiler de hesaba katıldığında, tahminen 200 milyona yaklaşan nüfusu ile Müslümanlar, Hindistan’ın önemli bir parçasını teşkil etmektedir. Dini inanç bakımından da bu ülkedeki ikinci büyük topluluktur. Aynı zamanda Müslüman nüfusunun en fazla olduğu birkaç ülkeden biridir Hindistan. Ama bu kadar kalabalık bir nüfusa rağmen ırkçı ve faşist Hindistan yönetimi, başta siyasal haklar olmak üzere Müslümanların temel insani haklarını gasp etmektedir. En son, çıkarılan vatandaşlık yasası ile bu baskı, asimilasyon ve inkâr; bir kıyıma evrildi. Ama gereken tepki gösterilmez ise bu kıyım bir soykırıma dönüşebilir. Hindistan faşist ve ırkçı yönetimi, söylem ve politikaları ile Müslümanları bütün haklardan mahrum etmeyi hedefine koymuştur. Son zamanlarda hükümetin politikalarından cesaret alan Hindu çeteler, kolluk kuvvetlerinin yardımıyla gördükleri yerde Müslümanlara saldırmaktadır. Son olaylarda basına yansıdığı kadarıyla onlarca Müslüman şehit edildi, yüzlerce Müslüman yaralandı.
Diğer din mensuplarına ve göçmenlere tanınan haklar Müslümanlara tanınmamaktadır.
Belki burada üzerinde düşünmemiz gereken husus, Müslümanların kanlarının neden bu kadar ucuz görüldüğü ve temel haklarının inkâr edilebildiğidir.
Özellikle İslam ümmetinin uluslararası anlamda caydırıcı güce sahip kurumlarının olmayışı bu konuda en etkili faktörlerden birisidir. İİT, Arap Birliği gibi yapıların keyfiyetleri herkesin gözleri önündedir. Bu güne kadar kınamadan başka hiçbir fonksiyonu olmayan bu kuruluşlar, caydırıcı olmaktan son derece uzaktır. Bu kuruluşların bünyesindeki devletlerin kendi aralarında uzlaşmazlıkları, farklı bloklarda yer alma gayreti ve siyasi çekişmeler ayrı bir handikap olarak karşımızda durmaktadır.
Belki bu anlamda yapılması gereken ilk şey, uluslararası kurumların revizyonu veya yeniden tesisidir. Düşünsel altyapısı ve konsepti belirlenen bu kurumların, yaptırım gücüne sahip organlarla desteklenmesi icap eder. Belki de uluslararası anlamda zulme uğramamanın yolu, siyaseten de olsa böyle kuruluşların çatısı altında bir araya gelmektir.
Diğer önemli bir husus ise İslam ümmeti bünyesindeki halklar, ülkeler ve milletler olarak, sorunlarımızı çözmede diyalog ve müzakere zemininin terk etmemizdir. Emperyalistlere tek kurşun sıkmamış olan kimi devletler, söz konusu başka bir İslam ülkesi olunca müzakere zemininin terk etmede herhangi bir beis görmemektedir.
Yine İhtilafları hak ve adalet temelinde çözmek yerine, siyasal çıkarlarımızın ön plana çıkması diğer bir handikapımızdır.
Uzun yıllar boyunca aralarındaki siyasi ve mezhebi problemlerini savaş ile çözmeye çalışan Batı, kendi eli ile kendisine en büyük zararı verdi. Özellikle 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya savaşı, sadece Batı’nın felaketi değil, bütün insanlığın felaketi oldu. Gezegenimiz adeta kan denizine döndü. Ve gelişen silah teknolojisi ile 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren cephe ve cephe gerisi kavramları önemini yitirmeye başladı. Özellikle günümüzde neredeyse bu ayrım tamamen ortadan kalkmıştır. Gelişen teknoloji ile harplerin boyutları değişmiş, insanlığın imhası kolaylaşmıştır. Böylesi bir atmosferde Batılılar, yaşamış olduğu acı tecrübe ile o gün bu gündür, aralarındaki ihtilafların çözümünde savaş seçeneğini devre dışı bırakmıştır. Sorunların çözümünde müzakere konspetini, sorunların yegâne çözüm zeminin olarak görmüştür. Silahlarının namlularını ise başta İslam ülkeleri olmak üzere, diğer milletlere yöneltmişlerdir. En azından siyaseten de olsa Batı’nın bu tecrübesini hayata geçirmek icap eder. Bu bakış açısı ve vizyon, İslam ülkelerinin, uluslararası kurumları vasıtasıyla dünya siyasetinde etkin bir aktör konumuna gelmesini temin eder. Aksi halde bu günkü siyaset anlayışı ile hareket edersek, küresel şer güçlerin çizdiği sınırlar ve ortaya koyduğu siyasete boyun eğmek zorunda kalırız. Özellikle Müslümanların azınlık olarak yaşadıkları yerlerde, velev ki Hindistan’da olduğu gibi kalabalık olsalar dahi, temel insani hak ve özgürlüklerini elde edemeyecektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.