İman ve Kur'an Hizmetine adanan bir ömür BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
1878'de Bitlis'in Hizan ilçesinin Nurs köyünde dünyaya gelen Bediüzzaman Said Nursi, vefat ettiği 23 Mart 1960 gününe kadar iman ve Kur'an'a hizmet etmek için gece gündüz çalıştı. Ömrü sürgün ve zindanlarda geçen Üstad defalarca zehirlendi.
Bediüzzaman Said Nursi 1878'de Bitlis'in Hizan ilçesinin Nurs köyünde, yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi.
Üç aylık, en uzun süreli ve düzenli eğitimini, on dört yaşlarında iken, sonradan Ağrı ilinin bir kazası olan Doğubeyazıt'taki Beyazıt Medresesi'nde, Şeyh Mehmet Celâlî'den aldı. Bu üç aylık sürede, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. Buradan icazetini alarak Doğubeyazıt'tan ayrıldı.
Bediüzzaman Van'da bulunduğu sürece, daha ziyade "Molla Said-i Meşhur" unvanı ile tanınıyordu.
Molla Said'in esas hedefi, aynı metodun uygulanacağı bir üniversiteyi Doğu Anadolu'da kurmaktı. Bu üniversitede din ilimleri ile fen ilimleri birlikte öğretilecek, bölgenin ana dili olan Kürtçe de okutulacaktı. Bu üniversiteye, Kahire'deki Ezher Üniversitesi'nden hareketle "Medresetü'z-Zehra" ismini verdi.
Molla Said'in Van'da gördüğü bir rüya ve Tahir Paşa'nın kendisine gösterdiği bir gazete haberi, ona yeni bir yol çizecek davasının fitilini ateşleyecekti. Tahir Paşa o sırada bir gazetedeki şu haberi kendisine gösterdi:
İngiliz Meclisi Mebusan'ında Müstemlekat Nazırı elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta: "Bu Kur'ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'ân'dan soğutmalıyız." demiş. Bediüzzaman, bu haber üzerine; "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim." der ve harekete geçer.
"Medresetü'z-Zehra" projesini gerçekleştirme gayesi ile Kasım 1907' de, henüz otuz yaşlarında iken İstanbul'a geldi. Büyük ümitlerle gittiği İstanbul'da tımarhaneye dahi atılan Bediüzzaman'a Kürdistan'a tekrar dönmesi halinde kendisine otuz lira maaş bağlanacağı söylenince; "Ben maaş dilencisi değilim. Kendim için değil, milletim için geldim. Hem de bunu bana teklif etmek, rüşvet ve susma payıdır. Benim şahsi menfaatimi neden milletin genel menfaatine tercih ediyorsunuz?" der.
1911'de Şam Emevi Camii'nde verdiği hutbede İslam ümmetinin bugün de içinde bulunduğu sıkıntılara çare olacak nitelikte tespitlerde bulunur.
Birinci Dünya Savaşında, yeğeni ve talebesi Molla Habib ile beraber, talebelerinin büyük çoğunluğu şehit düşen, Gönüllü Alay Komutanı Said Nursi, Mart 1916'da Bitlis'te Ruslara esir düşer. İki buçuk senelik esaretten sonra firar ederek 1918 Haziran'ında İstanbul'a ulaşır.
Bediüzzaman gelen ısrarlı davetler üzerine, 1922'de Ankara'ya gelmiştir.
9 Kasım 1922 Perşembe günü Ankara'ya gelir ve Mustafa Kemal'in kişiliğini ve niyetlerini farkeder ve Ankara'dan Van'a dönme kararı alır. Mustafa Kemal, Bediüzzaman'ın Ankara'da kalması halinde kendisine milletvekilliği, üç yüz lira maaş, Şark umum vaizliği ve bir köşk gibi tekliflerde bulunur ancak red cevabı alır.
Şeyh Said Efendi'nin kıyamına destek olduğu iddiası ile 1926 yılının şiddetli bir kış mevsimine rastlayan ramazan ayında, kızaklara bindirilerek, Trabzon'a, oradan deniz yolu ile İstanbul'a oradan da, Burdur'a sekiz ay sonra Isparta'ya, Isparta'dan da Barla'ya sürgün edilir.
Barla'da başta Haşir risalesi olmak üzere Sözler eserini yazdırdı ve kısa süre içinde altıyüzbin adet yazdırıp çoğalttı.
Bediüzzaman'ın bir cuma namazına giderken, binlerce insanın sokaklara dökülerek onu görmek istemesi bahane edilerek civar illerden de topladıkları yüz yirmi talebesi ile birlikte Mayıs 1935'te tutuklanıp Eskişehir Hapishanesi'ne kondu.
Bediüzzaman on bir ay kaldığı bu hapishanede, beş tane eser kaleme aldı. Bunlar; Yirmi Sekizinci, Yirmi Dokuzuncu, Otuzuncu Lem'alar ile Birinci ve İkinci Şualardır. Hapishaneleri "Medrese-i Yusufiye" olarak isimlendiren ve birer ıslah yeri olarak telakki eden Bediüzzaman ve talebeleri, diğer mahpuslarla iletişime geçerek bir süre sonra Eskişehir Hapishanesi'ni bir eğitim ve ıslah yuvasına çevirdiler. Mahkeme, Bediüzzaman'a on bir ay hapis cezası ile Kastamonu'ya sürgün ve on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verdi.
Yedi buçuk yıl sürecek olan Kastamonu'daki mecburi ikamet hayatına elli dokuz yaşındayken başlayan Bediüzzaman'ın ilk üç ayı polis karakolunda geçti. Ardından karakolun hemen karşısında bir eve taşındı. Evin içini karakoldan takip edebilmek için karakola bakan pencerelerine perde çekilmesi yasaklanmıştı. Güya serbest bırakılmıştı, ama tam bir esaret hayatı yaşatılıyordu. Kendisini ziyarete gelenler hemen alınıp karakola götürülüyor ve işkencelerden geçiriliyordu.
Hapishane günlerini aratan bu şartlarda, Bediüzzaman kendi görevini yapmakla meşguldü. Yeni eserler yazmaya ve çoğaltmaya devam etti. Risaleler içinde ayrıcalıklı bir yeri olan başta "Ayetü'l- Kübra Risalesi" olmak üzere Üçüncü Şua'dan Dokuzuncu Şua'ya kadarki risaleler burada yazıldı ve etrafa yayılarak okundu, çoğaltıldı.
Ölünceye kadar yirmi üç kez zehirlenen Bediüzzaman, Kastamonu'da da, ya gizlice evine girip yemeğine zehir katmak ya da manavdan aldığı meyvelere zehir şırınga etmek sureti ile büyük acılara maruz bırakıldı.
27 Eylül 1943'ta, buradan alınıp, üç yüz kilometre mesafedeki Anakara'ya, oradan da Isparta'ya götürüldü. Burada da bir ay nezarette tutulduktan sonra Denizli'ye götürülerek, civar illerden tutuklanarak getirilen talebelerinin olduğu Denizli Hapsine kondu. Yetmiş yaşındaki bir insan için bu yolculuklar bile tek başına çileydi, azaptı.
Denizli Hapishanesi'nin şartları Eskişehir Hapishanesi'ni aratmıştı. Bediüzzaman'ın talebelerine gönderdiği bir mektupta kullandığı şu cümle her şeyi anlatmaktadır: "Eskişehir'de bana bir ayda çektirdiklerini burada bir günde çektiriyorlar."(Tarihçe-i Hayat)
Bediüzzaman, içine bir yatağın ancak sığabileceği kadar dar, rütûbetli, havasız ve ışıksız bir hücreye konmuştu.
Bu arada Bediüzzaman ile birlikte şiddetli zehirlenen talebesi Hafız Ali hapishanede, diğer talebesi emekli Binbaşı Asım ise mahkeme esnasında hayatını kaybederek şehit olmuşlardır. Bediüzzaman ise bir kere daha ölümden dönmüştür.
Bediüzzaman'a isnat edilen suçlar Eskişehir Mahkemesi'nde yöneltilen suçlamaların aynısıydı; Tarikat kurmak, siyasi bir cemiyet oluşturmak, inkılaplara muhalefet etmek, dini duyguları istismar etmek.
Mahkeme, 16 Haziran 1944'te oy birliği ile tüm mahkumların beraatına ve hemen salıverilmelerine hükmetti. Buna rağmen savcı, mahkumları beraat etmeyerek cezalandırılmaları için diretti ve davayı Ankara'daki temyiz mahkemesine gönderdi. Temyiz Mahkemesi, 30 Aralık 1944'te bu başvuruyu reddederek Denizli Mahkemesi'nin beraat kararını onayladı. Ancak Afyon ilinin Emirdağ ilçesine sürgün edildi. Burada camiye gitmesine izin verilmediği gibi, kimseyle görüşmemesi için de kapısında ve penceresinin önünde sürekli polis bekletiliyordu. Bediüzzaman, talebelerine gönderdiği mektuplarda kendisine yapılanların "Denizli hapsini arattığını" ifade ediyordu. Emirdağ'ın eşrafından olan Çalışkanlar ailesi Bediüzzaman'a sahip çıkmış ve kaldığı evin altındaki dükkandan bir delik açarak Bediüzzaman'ın ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmışlardır.
23 Ocak 1948'de başta Bediüzzaman olmak üzere, civar illerde bulunan çok sayıda talebeleri ile birlikte tutuklanarak Afyon Cezaevine kondular. Böylece, daha önceki üç mahkemenin beraat kararları hiçe sayılarak, aynı iddialarla tekrar dava açılmış, Eskişehir ve Denizli hapishanelerinin şartlarını mumla aratacak Afyon Mahkemesi süreci başlamıştı.
Bu kez, kesin sonuç alınmak üzere hiç olmazsa Bediüzzaman'ın işi bitirilmeliydi. Hapishanenin en üst katındaki, yetmiş kişi kapasiteli ve çoğu kırık olan yirmi dört pencereli bir koğuşa Bediüzzaman tek başına kondu. Eksi yirmilere kadar düşen dondurucu kış soğuğunda, kendisine soba dahi verilmeyen yetmiş yaşının üzerindeki bu ihtiyar, açlıktan bitkin bir hale düşürülerek kendisine üç kez zehir verildi.
Devam eden mahkeme, nihayet 6 Aralık 1948'de kararını verdi. Bediüzzaman'a yirmi ay, birçok talebesine de altı ve on sekiz ay aralığında değişen hapis cezasına hükmetti. Karar hemen temyiz edildi ve Yargıtay altı ay sonra, 4 Haziran 1949 Afyon Mahkemesinin kararını bozdu.
Bu karar üzerine Bediüzzaman ve talebelerinin derhal serbest bırakılması gerekirken, Afyon Mahkemesi ve özellikle gaddar savcısı, oyalama süreci başlatarak Bediüzzaman'ın yirmi ay hapiste kalması tamamlandıktan sonra serbest bırakıldı.
2 Aralık 1949'da tekrar Emirdağ'a sürgün edildi.
1952'de İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitap hakkında bir dava açıldı ve Bediüzzaman İstanbul'a gelerek mahkemede hazır bulundu.
Üç ay kadar İstanbul'da kalan Bediüzzaman tekrar Emirdağ'ına geldi ise de 23 Ağustos 1953'te Isparta'ya yerleşmek üzere oradan da ayrıldı.
Ramazan ayı geldiğinde Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler 19 Mart 1960 tarihini gösteriyordu. Said Nursî yanındaki talebelerine Urfa'ya gitmek istediğini söyledi. Arabası hazırlandı ve seksen iki yaşındaki Bediüzzaman, ağır hasta hâliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart'ta yağmurlu bir havada yaşanan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu. 21 Mart günü Urfa'ya ulaştığında, otele gelen polisler, derhal Isparta'ya dönmesi emrini tebliğ ettiler. Bunu duyan halk otelin önüne toplandı. Polis ısrarla Bediüzzaman'ın Urfa'dan ayrılmasını istiyordu. Bu baskı sürerken Bediüzzaman 23 Mart 1960 günü 27 numaralı odada, sabaha karşı vefat etti.
Hayatı boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen, direnişi ile zorluklara aldırmayan mücadelesi ile imana ve Kur'an'a hizmeti kendisine düstur edinen Bediüzzaman, arkasında altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatını bıraktı.
Rabbim Üstadın davasını ve mücadelesini gereği gibi anlamayı, eserlerinden istifade etmeyi nasip eylesin.
Özkan Yaman - Doğruhaber
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.