Sadullah AYDIN
İnsan denen meçhul!
Sabah işe gidiyordum. Çok güzel, duygulandıran, tefekküre daldıran bir sonbahar havası vardı. Gökyüzünde yağmur yüklü kocaman bulutlar bir renk cümbüşü için dolanıp duruyorlardı. Biraz sonra yağacak şiddetli yağmurun habercisiydiler sanki. Yeryüzünün, ama özellikle gökyüzünün öyle görkemli bir görüntüsü vardı ki farkına varmadan kendimi derin bir tefekkürün içinde buldum. Bu ihtişamlı âlemi yaratan Allah ne mükemmel bir varlıktı. O'nu az da olsa bilmek, tanımak, sevmek ne büyük bir mutluluktu!
O esnada önümde vızır vızır geçen arabalara takıldı gözüm. İnsanlar sabahın erken saatleri olmasına rağmen büyük bir heyecanla dünya işlerine koşuyorlar, varlık âlemindeki bu müthiş güzelliği göremiyorlardı. Sanki ebedi bir yaşam onlara bağışlanmış gibi çırpınıp didiniyorlardı.
Ben bunları düşünürken yolun kenarında göklere doğru uzanan büyük bir ağaca daldım. Ağacın yaprakları sararmış, birçok dalı ise elbisesiz bir insan gibi çıplak kalmıştı. İlkbaharda bu ağaç tekrar dirilecekti. Bir gelin gibi süslenecek, yemyeşil yaprakları, gonca gonca açan çiçekleriyle göz kamaştıracaktı. Sonra yaz gelecekti. Eski güzelliğini biraz yitirecekti ama daha yararlı hale gelecek, dallarından sarkan olgun meyveleriyle insanların hizmetine amade olacaktı. Ve sonbahar… Çiçekleri solmaya, yaprakları dökülmeye başlayacaktı. Kışla birlikte kuru bir odun parçasına dönecek, solup gidecekti. Bu ağacın ölüm zamanı kıştı.
Zihnimde insanı bu ağaçla kıyasladım. İnsanın ömrü de bu ağaç gibi değil miydi? Önce doğuyordu insan, ötelerden, meçhulden gelip hayata merhaba diyordu. Çocukluk ve ilk gençlik yılları bu ağacın ilkbaharı gibiydi. Canlıydı, sağlıklıydı, hayat doluydu, bin bir güzellik ve hayal içinde yaşıyordu kendince. Sonra yaz geliyordu, olgunlaşıyor, hayatı daha iyi tanıyor, sorumluluklarının farkına varıyordu insan. Ama hayatın akışı durmuyordu insan için. Sonra sonbahar, yaşlılık belirtileri, yorulan ve canlılığını yitiren vücut, bir anda sökün eden hastalıklarla mücadele… Ağaran saçlar, beyazlaşan sakallar, bıyıklar, bükülen beller…
Ve kış… Ölümü bekleyen koca dedeler ve nineler oluveren insan… Sonra yitip giden hayatlar, yaşama doyamadan kapanan gözler, yarım kalan emeller…
İşte insan bu… Meçhulden gelen ve meçhule giden…
Önümden akıp giden arabalara baktım yeniden, koşar adımlarla işe yetişmeye çalışan, cep telefonlarıyla sabahın huzur dolu havasını sesleriyle kirleten kadın ve erkeklere… Derin bir acı çöreklendi yüreğime… Ne büyük bir gaflet ve vurdumduymazlık içinde günlerimizi tüketiyorduk böyle. Her bir adımımız, biten her bir saat ve günümüz bizi ölüme daha bir yaklaştırmasına rağmen bu acı gerçeğin hiç farkında değildik.
Meçhule doğru gidiyoruz. Ölüm bir avcı gibi bizi kolluyor. Ne zaman, nerede, nasıl geleceği belli değil. Lakin ölüm mutlaka gelecek. Ölüm sonrasında sonsuza dek sürecek meçhul bir hayat bizi bekliyor. Nasıl olacak, neyle karşılaşacağız, bilinmezliklerle dolu ancak umurumuzda değil. Ayağımıza küçük bir diken batınca feryadı koparan, hafifce üşütünce dünyanın sonuymuş gibi umutsuzluklar içinde çırpınan biz, bizler, bizi bekleyen ve sonsuza dek sürecek olan meçhul hayatımız konusunda hiçbir şey yapmıyoruz, kafa yormaya bile tenezzül etmiyoruz.
Heyhat! Ne büyük bir gaflet, akılsızlık, cehalet! Ah, ne olurdu sanki Üstad'ın şu sözüne bir an olsun kulak verseydik, silkinseydik, dirilseydik ve meçhul hayatımızı amellerimizle meçhul olmaktan çıkarsaydık:
“Fani dünyanıza bedel ebedi bir cennet sizi bekler!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.