İnsan Hakları

İnsan Hakları

Haçlı ruhuyla donanmış emperyalist ittifakın özellikle İslam topraklarına yönelik imha harekâtının gerekçe ve temelini oluşturan etkenlerden birisi de "İnsan Hakları" kavramıdır.

Haçlı ruhuyla donanmış emperyalist ittifakın özellikle İslam topraklarına yönelik imha harekâtının gerekçe ve temelini oluşturan etkenlerden birisi de "İnsan Hakları" kavramıdır. Bulaştıkları yerlerde oluşturdukları çirkeflik yetmiyormuş gibi, insani kavramlara yönelik de emperyal politikalar gütmeye başlamaları, kavram kirliliğini de beraberinde getirmiştir.

İnsanlığın tüm kazanımlarını iğrenç emelleri uğruna tarumar eden şeytani odaklar, bu kazanımları ifade eden sembol ve kavramları da kendi şeytani üsluplarına göre tanımlayıp içini doldurma yoluna başvurmuşlardırlar. İnsanlığın ortak değerlerini ifade eden kavramlar ve simgeleri iğrenç emeller uğruna kullanma alışkanlığı, sadece günümüz şeytani güçlerine mahsus bir vakıa değildir. Tarihi sürece dikkat edildiğinde bu alışkanlığın neredeyse insanlık tarihiyle eşdeğer olduğu görülecektir. Ancak dikkatimizden kaçmaması gereken önemli bir husus da, istismar metodunu kullananların, aynı gelenekten beslenen kirli akımların temsilcilerinin oluşudur.

Tarihe şöyle bir baktığımızda; Mekke Müşrik Devleti'ndeki parlamento oligarşisinin, sömürü çarklarını sürdürme uğruna vatandaşlarını Müslümanlardan uzak tutabilmek için her türlü entrika ve karalama yöntemlerinin yanı sıra Lat, Menat ve Uzza gibi taş kütlelerinin arkasına sığınmaları, her fırsatta atalarından miras kalan sahte inançlar manzumesinin üstünlüğüne vurgu yapmaları, hem inanç ve hem de atalara bağlılık duygusunun istismarından başka bir şey değildir.

Gelelim "İnsan Hakları" kavramına ve bu kavramı diline dolayıp tersyüz eden, iğrenç emelleri için bahane kılan kan içici emperyalistlere. Bilindiği gibi emperyalizm, hem kelime olarak, hem de uygulama olarak "Batı" literatürüne aittir. İnsan haklarına yaklaşım biçimlerine göre Emperyalist olarak da Amerika ve Avrupa ülkelerini iki ayrı gruba ya da eksene ayırmak mümkündür:

Birincisi; İsrail koordinatörlüğünde Amerika ve İngiltere'nin başını çektiği, yanında irili ufaklı birkaç ülkenin de bulunduğu "Saldırgan Emperyalistler".

İkincisi; Fransa, Almanya, Hollanda gibi AB'de söz sahibi olan, ancak birleşme sorununu halledemediği için bir türlü atak yapamayan "Uyuyan Emperyalistler".

Birinci grupta zikredilen saldırgan emperyalistler, gözü dönmüş caniler gibi kendileri açısından önemli gördüğü her bölgeye gözdağı verip, işgal ve katliamlara girişmiş bulunmaktadır. Tüm bunları yaparken insan hakları düsturunu da dilinden düşürmemektedir. Nereye gözünü dikerse, hazırlık aşaması olarak orada insan hakları ihlallerinin yaşandığını, insanların özgürlüklerinin kısıtlandığını, oraya özgürlüğü taşımaya kararlı olduklarını bas bas bağırarak söylemektedirler. Ama ne hikmetse insan hakları ihlallerinin yaşandığı ülkeler, hep stratejik, aynı zamanda petrol ve doğalgaz zengini Müslüman ülkelerdir. Sözde insan haklarına sahip çıkma uğruna işgale yeltendiği ülkelerdeki insanlık dışı uygulamalarına bakıldığında ise, saldırgan emperyalistlerin insan hakları derken neleri kastettiğini daha net bir şekilde anlayabiliyoruz. İşte iki ayrı örnek;

Onlara göre Afganistan'da insan haklarına hiçbir şekilde riayet edilmiyordu. Afganistan'ın coğrafi konumuna bakıldığında, aslında insan haklarıyla nelerin kastedildiğini gayet iyi anlamıştık. Çünkü Afganistan, Orta Asya'nın tam göbeğinde olması hasebiyle burada inşa edilecek askeri üslerle bölgenin tüm enerji kaynakları daha rahat kontrol altına alınabilecek, Orta Asya kaynaklı muhtemel küresel ittifakların içine daha rahat çomak sokulabilecek, İran daha fazla kuşatılmış olacaktı. Tabi bu arada kendi deyimleriyle yükselen İslami radikalizmin merkezi olma durumunu da bertaraf etmiş olacaklardı... gibi daha bir çok sebep saymak mümkündür. Ve işgal ettiler. Hem de nev'i şahsına münhasır insan hakları uygulamalarıyla. Evleri, köyleri, kentleri, dağları, taşları, lazer güdümlü füzelerle vurarak. Ağırlıkları tonlarla ifade edilen bombalarla bombalayarak. Yangın ve napalm bombalarıyla yakarak. Cenk kalesine sığınan binlerce insanı esir aldıktan sonra kurşunlara dizerek. Bu da yetmiyormuş gibi topladıkları insanları dünya hapishanesi şeklinde tarif edebileceğimiz Guantanamo işkence üssüne naklederek. Yine dünyada belki de ilk kez uygulanan ülkeler arası işkence uçuşları yaparak. Evet, belki de Afgan halkı tüm bunları fazlasıyla hakketmişti, iki nedenden ötürü; hem Müslüman olacaksın, hem de Orta Asya kaynaklı enerji havzalarının daha rahat kontrol edilebileceği bir coğrafyada yaşayacaksın! Olacak iş mi bu?

Ve hemen bitişiğindeki Özbekistan. Aslan yetiştirmekle ünlenen Fergana Vadisi, artık çakalların idaresine giren bir vadi oluvermişti..! Orada Taş Suratlı Kerimov zalimi iş başında olsa da, insanlarına göz açtırmasa da, toprakları dünya pamuk stokunun beşte birini karşılayıp en zengin altın yatakları bulunmasına rağmen insanların günlük geliri bir doların altında olsa da bu önemli değildi. Çünkü insan haklarına saygıda kusur bulunmamaktaydı (!). Gösterilerde yaralı olarak yatanların kafasına kurşun sıkılıp beyinleri kaldırımlara savrulsa da, hunharca öldürülenlerin cesetleri dahi kaçırılıp gözden uzak çukurlara atılmış olsa da, canlarını kurtarma pahasına kadın ve çocuklar başka ülkelerin sınır kapılarına dayanıp dramatik görüntüler sergileseler de önemli değildi.   Çünkü   insan haklarına aykırı(!) bir durum söz konusu değildi. Çünkü "Büyük Şeytan"nın bölgeyi gözetleme kulesi işlevi gören kocaman askeri üssü burada bulunmaktaydı. Çünkü "Taş Suratlı", patronu olan bir başka "Taş Yürekli"den, ilişkileri daha da geliştirip güçlendirmek adına ilham ve cesaret almıştı:

"Özbekistan'dayken geriye baktığımda mutlu oldum. Başkanla (Kerimov ile) uzun, ilginç ve çok yararlı bir toplantı yaptım.. Özbekistan terörle küresel savaş koalisyonunun anahtar bir üyesidir. Ve Başkan'a, başkanımız Bush'tan iyi niyet dilekleri ve terörle mücadeledeki sadakati dolayısıyla başkanımızın takdirlerini getirdim... İlişkilerimiz güçlüdür ve ilerleyen zamanlarda bu ilişki daha da güçlenecektir." (D. Rumsfeld, Taşkent, Şubat 2004)

Gelelim ikinci gruptaki "Uyuyan Emperyalistlere. Hemen hatırlatalım ki, bugünün uyuyan emperyalistleri, dünün saldırgan emperyalistleriydiler. Ham madde ihtiyacının belirdiği Sanayi Devrimi sonrasından 1945-50'li yıllara kadar sömürü ve katliam politikalarının baş aktörleriydiler. Birinci dünya savaşının sonlarına doğru dünün uyuyan emperyalisti ABD başkanı Wilson'un yayımladığı ilkelerden bazıları dünün saldırganlarının hareket alanlarını daraltmaya yönelik olduğu kadar, bugünün saldırgan emperyalistlerinin önünü açmaya da yönelikti. Dolayısıyla başını Fransa, Almanya, Hollanda eksenli AB ülkelerinin çektiği "Uyuyan Emperyalist" odağın İnsan hakları ile ilgili endişe ve tutumları samimiyetten uzaktır. Tüm çabaları geleceğe yatırım yapmaktır. İlk fırsatta tetikçiliğini Amerika'nın yaptığı saldırgan emperyalist odaktan eksik kalır yanları olmayacaktır. Tarih, bunun en canlı şahididir. İnsan haklarını savunma rolünü üstlenmede başı çeken Fransa'nın insan hakları karnesi kırıklarla doludur. Cezayir'de sömürü uğruna bir buçuk milyon insanı katletmekle bu alandaki rekoru halen elinde bulunduran Fransa, insan haklarına o kadar meraklıysa, burnunun dibindeki Bosna'da yüz binlerce insan en vahşi yöntemlerle katledilirken neredeydi? Yoksa petrol ve doğalgaz rezervlerinden yoksun olmalarının yanı sıra Müslüman olmaları, soykırıma tabi tutulmalarını mı gerektiriyordu? Amerikan yayılmacılığına karşı Rus-Çin-Hindistan ekseninden yana görünüp sömürü pastasından pay kapma hesapları peşinde koşan Fransa ve yandaşı ülkelerin gözünde Çeçenistan'da yürütülen soykırım, Doğu Türkistan'daki Çin vahşeti ya da Keşmir'deki Hint zulmü, insan hakları babından bir anlam ifade etmiyor mu?

Velhasıl hem uyuyan, hem de saldırgan emperyalistlerin gözünde insan olmak suç, toprakları zengin olmak suç, Müslüman olmak suç, hasbelkader stratejik topraklarda yaşamak suç, hem zengin, hem stratejik topraklarda yaşıyor olmak ve hem de Müslüman olmak ise en büyük suç olmuştur.

Ne ilginçtir ki; şu küreselci haydutlar, aynı zamanda dünyadaki tüm ülke ve grupların insan hakları karnelerini doldurup not vermekten de geri durmuyorlar. Hangi yüzle hazırladıkları belli olmayan rapor üstüne rapor yayınlayabiliyorlar.

Irak'ta katliamlar yapan, kadınlara tecavüz eden, camileri basıp cemaati kurşuna dizen, cami içindeki yaralılara kameralar önünde ateş etmekten çekinmeyen, kocaman Felluce kentini kimyasal gazlarla alt üst eden, uluslararası sözde hukuk normlarına göre kullanımı yasaklanan her çeşit silahı kullanmaktan çekinmeyen, kimyasal gazların yanı sıra yüzlerce ton seyreltilmiş uranyum kullanmakla insanların yanı sıra tüm canlıların yüzyıllar sürecek yaşamlarını ipotek altına alan, bunlarla da tatmin olamadığı içindir ki, Guantanamo gibi esir kamplarında Kur'an-ı Kerim'e karşı ağza alınmayacak türden çirkin tavırlar sergilemekle bir buçuk milyar Müslüman inancına hakaret eden şu mütecaviz haydutlar; en ufak bir İslami motif ya da hareketliliği insan haklarına aykırılık olarak iddia edebilmektedirler.

Geçen sayılarımızda verdiğimiz Nur Bacımızın mektubunu okuduğumuzda zihniyetin vahşiliğini çok net ve açık olarak görüyoruz.

Evet, İşte ABD, işte zihniyet, işte insan hakları anlayışı ve işte kelimelerle anlatılamayacak hayvanca davranışları... O Irak halkı ki, sözde Saddam döneminde esaret altındaydı, hak ihlalleri günlük yaşantılarının vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Ve sözde coniler onları özgürleştirecek, onları en temel haklarına kavuşturacaktı... Kavuşturdular işte... Çünkü Coni mantığındaki hak ve özgürlük bundan başka bir şey değildi, olamazdı da. Ölümün şiddetle arzulandığı, hatta kurtuluş sayılacak ölüm çeşidinin lüks sayıldığı bir ortamın hak ve özgürlük adına ortaya konulusu.

Aynı şekilde insan hakları sözünü dilinden düşürmeyen "Büyük Şeytan" ABD'nin bu alanda tarihte yeni bir çığır açacak uygulamalarına acaba ne demeli! Daha önce insanların abuk sabuk gerekçelerle tutuklanıp her çeşit kötü muamelelerden sonra siyasallaşmış sözde yargı kurumlarına havale edildikten sonra alakasız suçlamalarla en ağır cezalara çarptırılıp zindanlarda çürütülmeye terk edildiklerine şahid olmuştuk. Ancak, çeşitli insan hakları savunucularının tüm rapor ve beyanatlarına rağmen, Guantanamo esir kampında 520, ABD'nin kendi içinde 70 civarında Müslüman esir, rehin alınmış durumdadır. Bunların ne isimleri açıklanıyor, ne aileleriyle görüştürülüyor, ne savunma hakkı tanınıyor, ne avukat tutmalarına izin veriliyor, ne yargı önüne çıkarılıyor, ne tüm girişimlere rağmen insan hakları kuruluş temsilcileriyle görüştürülmelerine izin veriliyor. Hepsinden de önemlisi hukuksal anlamda ne gibi suçlarla suçlandıkları da bir muamma olarak sürüp gidiyor. Yine ihlal anlamında insan hakları literatürüne belki de ilk defa girecek olan bir uygulama da, BM işkence özel raportörü tarafından açıklanan, ABD'nin özellikle Hint Okyanusu'nda gemilerden oluşturduğu "Yüzen Hapishanelerinin bulunduğudur. Bu yüzen hapishanelerde kaç kişinin bulunduğu, hangi şartlar altında yaşadıkları, ne tür insanlık dışı muamelelerle karşılaştıkları, akıbetlerinin ne olacağı ve şimdiye kadar bunlardan kaç kişinin köpek balıklarına yem edildiği konusunda hiç kimsenin en ufak bir malumatı dahi söz konusu değildir. Tüm dünyanın gözü önünde bulunan Ebu Gureyb ve Guantanamo'daki esirlere yapılan muameleler ortadayken, hiç kimsenin malumatının olmadığı şu yüzen hapishanelerdeki esirlere karşı acaba nasıl tavırlar sergileniyor? Doğrusu düşünmek bile insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.

Artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, insanlık namına hiçbir değere sahip olamamış güç odakları, emperyalist emellerini gerçekleştirmek adına insanların can, mal, namus gibi tüm değerlerini ayaklar altına aldıkları gibi; insanlık için üstün meziyetler ifade eden simge ve ıstılahlarını da çiğneyip barbarca anlamlar yüklemiş bulunmaktadırlar. Önceleri zikredildiğinde derin manaları olan, insanların vicdanını harekete geçiren "İnsan Haklan" kavramı, artık işgal, katliam, tecavüz, yağmalama gibi hadiseleri çağrıştırdığından, ya da bu vak'aların yaşanması için kılıf olarak kullanıldığından vicdan sahiplerinin nezdinde tiksinti uyandıran bir anlam ifade etmekten öteye gidemez olmuştur.

Biz Müslümanlar, insan hakları dendiğinde Batı'nın bizim için öngördüğü şekliyle konuyu algılamak yerine literatürümüzde var olan "Mesalih-i Mürsele" ile din, can, mal, akıl ve neseb kavramlarının ulvileştirilip koruma altına alınmıştır. Bu korumanın değişen dengelerin etkisinden uzak ve İslami inancın gereği olarak süreklilik arzettiğinin bilincini yaşamalı ve yaşatmaya çalışmalıyız.

Rabbimizden dileğimiz o ki, bizlere hakkı hak olarak gösterip, batıl olanı da batıl gösterip bizi ondan uzaklaştırmasıdır. Bunun için bizlere kendi öz değer ve kavramlarımıza daha fazla sarılma bilinç ve şuuru vermesini ve akıbetimizi hayırlı kılmasını O yüce Mevla'mızdan niyaz ediyoruz.

İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.