İslam ahlakı ödül-ceza ahlakı mıdır?

Geçenlerde bir TV kanalında İslam ahlakı; sadece ödül-ceza sistemine (cennet isteği ve cehennem korkusuna) dayandığı iddiasından yola çıkılarak eleştirilmekteydi.

Bu eleştirinin cevabına geçmeden önce şunu belirtelim ki din dışında hiçbir ahlak teorisi “Niye ahlaklı olmalıyım?” sorusuna tatmin edici bir cevap veremez.

Kaldı ki bir ahlak teorisinin olmazsa olmazı evrenselliktir. Yani kişiye göre değişmemesidir. Bu anlamda ahlakı haz ile temellendiren Epikür (haz veren şey iyidir), ahlakı sezgi ile temellendiren G.E.Moore (iyi tanımlanamaz ama herkes sezgileri ile iyinin ne olduğunu bilir), ahlakı duygularla temellendiren David Hume (iyi duygu ile hissedilerek anlaşılır) ve ahlakı fayda ile temellendiren John Stuart Mill’den (mümkün olduğunca çok insana fayda veren iyidir) hiçbirinin evrensel bir ahlak teorisi ortaya koymaları mümkün değildir. Çünkü insanların hazları da, sezgileri de, duyguları da, fayda ve çıkarları da birbirinden ayrıdır. Bu teorilerde göreceliğe (rölativizm) düşmek kaçınılmazdır.

Din dışı ahlak teorilerinden en iddialısı ahlakı akıl ile temellendirenlerdir. Antik Yunan filozoflarının önde gelenleri (Sokrates, Platon, Aristoteles) ve yakın zamanda ödev ahlakı ile ses getiren Kont bunlardandır.

Akıl, ahlakı temellendirmede önemli bir etken olsa da ahlakın evrenselliği için yeterli değildir. İnsanların nerede ise her konuda ihtilaf ediyor olmaları aklın yetersizliği için kafi bir delildir. O halde ahlakın temellendirilmesi için aşkın bir belirleyiciye ihtiyaç vardır.

İslam ahlakı ise Allah Teâlâ’nın gönderdiği vahye dayanmaktadır. Vahyin uygun ortamda hayata aktarılmasını sağlayan da akıldır, vahiy ve akıl. Nitekim bazı âlimler Kur’an-ı Kerim’deki “nurun alâ nur” (nur üstüne nur) –Nur:35- ifadesini vahiy ve akıl olarak tefsir etmişlerdir.

Bir Müslüman için “Niye ahlaklı olmalıyım?” sorusunun cevabı da cennete kavuşmak veya cehennemden korunmak değil Allah’ın rızasını kazanmaktır.

“O hiç kimseye, karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. (yaptığı iyiliği) ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için (yapar.)” (Leyl 19-20)

Kendisine tüm günahları affedildiği halde neden bu kadar ibadet ettiği sorulduğunda Allah Resulü (sav) “Ben şükreden bir kul olmayayım mı?” diye buyurmuştur. (Buhari) O (sav), bu cevabı ile şayet tüm günahlarımız affedilse ve cennete gireceğimiz garanti bile olsa daima Allah’ın rızasına ulaşmak için çabalamamız gerektiğini ifade etmiştir.

Nitekim Allah’ın rızası da ahlaki erdemlerle özdeşleşmiş gibidir. Çünkü Allah; iyilik edenleri, adil olanları, doğruları, sabredenleri, sakınanları, hatadan dönenleri ve temiz olmaya çalışanları sever (Bakara 195, Maide 42, Mümtehine 8, Âl-i İmran 146, Tevbe 4, Bakara 222) Bozguncuları, aşırı gidenleri, zalimleri, israf edenleri, kendini beğenen ve böbürlenenleri, hainleri, kibirlileri ve hilekâr ile şerirleri de sevmez. (Bakara 205-190, Âl-i İmran 57, En’am 141, Nisa 36, Enfal 58, Nahl 23, Nisa 107) Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rızasına ermek ancak ahlaki faziletlerle bezenip ahlaki çirkinliklerden de kaçınmakla gerçekleşir.

Bir Müslümanı ahlaklı olmaya sevk eden asıl etken Allah rızası olmakla beraber dinde ahlaklı olmayı teşvik için cennet ve cehennem de kullanılmıştır. Ancak bu durum bir eksiklik değil aksine din dışı ahlak teorileri ile karşılaştırıldığında önemli bir üstünlüktür. Çünkü insanlar farklı farklıdır. Kimileri hiç bir ödül ve ceza olmadan faziletlere tutunurlarken; kimileri de ancak arzuladıkları bir ödül veya korktukları bir ceza ile fazilete uygun davranırlar. Tarih boyunca ikincilerin hep çoğunlukta olduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla insanların çoğu göz önünde bulundurulunca, ödül ve ceza, ahlaki faziletlere yönlendirmek için oldukça etkili bir metottur.

Bunu bir eğitim süreci olarak da değerlendirmek mümkündür. Nitekim belli bir süre ödül ve ceza ile Allah Teâla’ya itaate yani ahlaklı davranışa alıştırılan insanlar belli bir seviyeden sonra asıl olana yani sadece Allah rızasına yönlendirebilirler. Dikkat edilirse İslam’ın ilk dönemlerinde nazil olan Mekki surelerde yoğun olarak cennet ve cehennem tasvirleri kullanılırken, Medeni surelerde bununla beraber ‘rıdvan’ kavramı ile ifade edilen ilahi hoşnutluktan bahsedilmektedir.

“Allah’ın rıdvanı (razı olması) ise daha büyüktür.” (Tövbe 72)

Tüm bunlarla beraber öldükten sonra kavuşacağı bir nimet veya sakınacağı bir ceza için nefsine muhalefet ederek önündeki hazır bir lezzeti terk etmek de az mıdır? Bu durum yakinî bir imanla beraber sabrın, nefsine hâkimiyetin ve akli kemalin de göstergesi değil midir?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.