İslam Daveti
Allah−u Teala’nın, insanları küfrün karanlıklarından imanın nuruna çıkarmak için gönderdiği peygamberler (aleyhimusselam), hayatlarının bütün dönemlerinde sürekli olarak insanları Allah’ın dinine davet etmişlerdir.
Allah−u Teala’nın, insanları küfrün karanlıklarından imanın nuruna çıkarmak için gönderdiği peygamberler (aleyhimusselam), hayatlarının bütün dönemlerinde sürekli olarak insanları Allah’ın dinine davet etmişlerdir. Bu sebeple de ‘İslam daveti peygamberlerin mesleğidir’ denilebilir. Başta İslam’ı özümsemiş âlimler olmak üzere, bütün Müslümanların hayatlarının her alanında bu yüce meslekte Peygamberlere varis olmaları, evlerinde, işyerlerinde, okullarında ve hayatın bütün alanlarında İslam’ı yaşamaları ve İslam’a davet etmeleri gerekmektedir. Özellikle çağımızda kendisini, kendisi gibi aciz insanlara veya o insanların çıkardığı batıl düşüncelere nispet edenler yanında bir İslam davetçisinin kendisini Allah−u Teala’ya ve O’nun yüce dinine nispet etmesi ve insanları Peygamberler (as) gibi o dine çağırması ne büyük bir şeref ve mutluluktur. Kur’an-ı Kerim’de:
“Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: ‘Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?”[1]
Hadis−i şerifte de Hz. Ali’ye hitaben:
“Allah’a yemin olsun ki, senin sebebinle bir kimsenin hidayete erdirilmesi senin için kızıl tüylü develerden daha hayırlıdır”[2] diye buyrulmuştur.
Bununla beraber İslam daveti Müslümanların sorumlu olarak yerine getirmesi gereken bir vecibedir de. Bu çerçevede Ebu Said el−Hudri (ra)’nin Allah Resulü (sav)’nden rivayet edip Müslim’de yer alan:
“Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle düzeltsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir”[3] hadis−i şerifi Müslümanlardan kötülüğü gören her kişiye onu düzeltmeyi bir hak, hatta bir görev olarak açık bir şekilde yüklemektedir.
Bunun delili; hadiste geçen ‘men rea’ deyimindeki ‘men’ kelimesinin genellik ifade etmesidir. Usulcülerin de söylediği gibi bu, kötülüğü gören her kişiyi kapsamına alan genel bir ifadedir. Allah Resulü (sav) de ‘men rea minkum’ cümlesi ile bütün Müslümanları muhatap almıştır.[4]
Ancak Müslümanların tek başına düzeltebileceği bazı kötülükler varsa da topluluk olmadan tek başına çoğu şeyi düzeltmek de mümkün değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçekten kurtuluşa erenlerdir”[5] diye buyruluyor. Ayette ‘ummetun’ kelimesi ile şahsa değil de topluluğa vurgu yapılmıştır. Kâfirler, Müslümanlara karşı her türlü ittifaka girişirken Müslümanların bundan kaçınması ayet−i kerimede fitne ve fesada sebep olarak gösterilmiştir.
“İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu (birbirinizle yardımlaşmayı) yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.”[6]
Aynı şekilde hadis−i şerifte “Allah’ın kudreti cemaatledir” buyrulur. Başka bir hadiste ise “Bir mü'min diğer bir mü'min için birbirini kavrayan bina gibidir”[7] buyrulmuştur. Kişi kendi kendine olduğunda azlıktır, güçsüzdür. Ancak kardeşleriyle çokluktur. Bir de şu var ki iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmak dini bir farzdır, hayati bir zarurettir.[8] Bu sebeple İslam’a davet yolunda toplu faaliyet şer’î bir yükümlülüktür. Çünkü vacibin tamamlanmasını, yerine getirilmesini temin eden her şey aynı şekilde vaciptir.[9]
Kur’an-ı Kerim’de davette izlenecek metot konusunda:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et!”[10] diye buyruluyor. Biz de hem bu ve benzeri ayetlerin yol göstericiliğinde, hem de bizim için her konuda ‘usve−i hasene’[11] olan Hz. Peygamber (sav)’in siyerine müracaatla bazı hususları açıklamak istiyoruz.
Şunu da vurgulamak gerekir ki İslam daveti zor ve meşakkatli bir iştir. Bu zorluk ve güçlükleri sabır ve metanetle; bu yoldaki nimet ve muvaffakiyeti de şükürle karşılamalıyız. Bizden önce geçmiş nebiler, resuller ve salihler de böyle yapmışlardı. Onlar nimetlere şükreder, bela ve musibetlere de sabreder tahammül gösterirlerdi.[12]
Kur’an−ı Kerim ile Davet:
Ayet−i Kerime’de Hz. Peygamber’e (sav) hitaben
“Biz onların söylemekte olduklarını en iyi bileniz; sen ise onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin; o halde, tehdidimden korkanlara Kur’an ile nasihat et!”[13] diye buyruluyor. Bu hitaba binaen olsa gerek, Resulullah’ın (sav) hayatı incelendiğinde, insanlara İslam tebliğini ulaştırırken ne çok Kur’an ile uyardığı/nasihat ettiği müşahede edilir.
İster fertlerle tek tek, ister topluluk halinde görüşürken Hz. Peygamber’in (sav) başvurduğu usûl; tatlı sesiyle, istiğrak ve vecd içinde evvela Kur’an−ı Kerim’den ayetler okumak, sonra bunları tefsir edip açıklamak ve kendisini dinleyenleri inanmaya davet etmek şeklindeydi.[14]
Nitekim o dönem Müslüman olan insanların önemli bir bölümü de Kur’an tilavetinin tesiri ile Müslüman olmuşlardır. Hatta Hz. Ömer (ra) gibi sert yapılı bir şahsiyetin su−i kast niyetiyle evinden çıkışı sonrasında kız kardeşine ve eniştesine gösterdiği kötü muameleye rağmen Taha Suresini dinlemesiyle beraber aldığı hal ve bu halin sonunda iman etmesi de[15] Kur’an’ın ruha ne derece tesir ettiğini gösteriyor. Kur’an’ın helaveti insanları o kadar etkiliyordu ki her tabakadan Mekkeli insan kümeleri akşamları Hz. Peygamber’in (sav) Kur’an−ı Kerim okumasını dinlemek üzere muntazam surette evinin önünde toplaşıyorlardı. Hatta Mekke’nin en ileri gelenleri bile birbirlerini kınamalarına rağmen üç gece üst üste Peygamber Efendimizin (sav) evi yanında onu dinlemeye gelmekten kendilerini alamamışlardır.[16]
Aynı şekilde Hz. Peygamber’in (sav) sünnetini en güzel bir şekilde yaşayıp bize intikal ettiren Ashab−ı Kiram da aynı yolu takip etmiştir. İslam’ın ilk muallim−mübelliği Mus’ab bin Ümeyr’in Medine’deki tebliğ çalışmasına baktığımızda bunu açık bir şekilde görürüz. Özellikle de Evs Kabilesi’nin büyüğü Sâd bin Muaz (ra) ve Useyd bin Hudayr (ra), bahçelerinde oturan Mus’ab (ra)’ı kovmak için gitmelerine rağmen biraz Kur’an dinledikten sonra iman etmişlerdir; hatta Sa’d bin Muaz akşama kadar tüm kabileyi Müslüman olmaya ikna etmiştir.[17]
Müslüman olanlar bir tarafa, Müslüman olmayanlar bile Kur’an−ı Kerim’in bu etkisini fazlasıyla hissediyorlardı. Bir defasında Mekke şehir meclisi, Hz. Peygamberle (sav) doğrudan temas kurmak ve bazı tekliflerde bulunmak üzere en akıllı ve usluları olan Utbe bin Rebia’yı görevlendirdiler. Utbe’nin Hz. Peygamber’le (sav) konuşup sözlerini bitirmesinden sonra Resulullah (sav) ona sadece Kur’an ile cevap verip Fussilet Suresi’nin ilk on üç ayetini okudu. Ayetlerin sonunda yıldırım düşmesinden bahsedildiği için Utbe’nin halet−i ruhiyesi öyle bir duruma varmıştı ki hemen kendisine bir yıldırımın çarpacağını sandı ve Hz. Muhammed’den (sav) bu okumasını Allah aşkına durdurması için yalvarıp yakarmaya başladı. [18]
Kur’an−ı Kerim’in eşsiz üslûbu ve cezbeden îcâzı yanında barındırdığı yüksek hakikatler sebebiyle dile ayrıntılarıyla vakıf o günkü Arap toplumunda yukarıda zikredilen tesir yeteri derecede oluşuyordu. Ancak toplumumuzda dil problemi sebebiyle maalesef bu etki istenilen şekilde oluşmuyor. Çünkü kahır ekseriyetle insanımız Arapça bilmiyor. Bu eksiklik kısmen Kur’an mealleri ile giderilmeye çalışılıyorsa da bu hiçbir şekilde yeterli olmuyor. Bu sebeple insanları Kur’an iklimine sokup bu havayı teneffüs etmelerini sağlayacak çabalar içerisine girmemiz lazım. Bu bağlamda;
−Arapça öğrenim ve öğretimi noktasında Müslümanlar arasında bir seferberlik başlatılmalı, Arapça bilenler imkânlarına göre kimi zaman resmi kurslarla, kimi zaman müsait bir mescitte ders vermeli, bu ilmi ketmetmemelidirler. Hatta hiç imkânları yoksa bile evlerinde çocuklarına ve komşularına ders vermeli, böylece bu ilmin halka halka yayılmasına vesile olmalıdırlar. Aynı şekilde Arapça bilmeyen kişi de öğrenebileceği ortam ve şahısları araştırmalı, şart ve imkânlarına göre uygun bir şekilde öğrenmeye çalışmalıdır. Aynı zamanda çocuklarının da öğrenmesi için gerekli çabayı göstermelidir. Arapça öğrenimi sadece Kur’an için değil, aynı şekilde hadis ve İslam kültür külliyatını da asıl kaynağından öğrenmek için gereklidir.
−Kur’an-ı Kerim ile tebliğde bulunurken ayet−i kerimelerin Arapça tilaveti ile beraber meal ve tefsirlerden anlamını araştırıp o şekilde önce tilavet edip sonradan açıklayarak, hatta mümkünse ayetin nüzul sebebi ile ilgili hadis−i şeriflere de müracaat ederek konu kavratılmaya çalışılsa İnşaallah faydası daha çok olur. Ayetler muhataba ve eksikliğe uygun olarak seçilir. Ancak Saat’in ürkütücü manzaraları, ahirete iman ve bu bağlamda insanın davranışlarından sorumlu tutulacağı ve karşılığını göreceği mefhumunu işleyen ayetler her an gündemde tutulmalı, sıklıkla işlenmeli.
−Toplumda Kur’anî kavramları yaygınlaştırıp güncelleştirmek zorundayız. Aksi takdirde batıdan ithal edilen ve gerçek anlamından farklı anlamlar yükletilen kavramlar kullanılır. Şu bir gerçek ki düşünceler, kullanılan kavramlarla ve o kavramlara yükletilen manalarla şekillenir. Örneğin batının kullandığı terör, terörist, aşırı dinci, ılımlı İslam gibi kavramları kullanan kişi de bu çerçevede düşünür. Buna mukabil küfür, tuğyan, zulüm, ihsan, iman ve cihad gibi kavramları kullanacak kişi de bu çerçevede düşünecektir. Bu sebeple Kur’anî kavramları kullanmaya özel itina göstermeli ve yaygınlaşması için çokça çalışmalıyız.
Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiği insan tiplerini de onlara karşı uyanık olmak için tanımalı ve bilinmesini sağlamalıyız. Bu tiplerin tasviri hakkında Şehid Seyyid Kutub şöyle demiştir:
“Bu ayetler özel münasebetler ve gerçek şahsiyet tiplerini çizmek için gelmiştir. Ama tasvir sanatındaki mucize bu tipleri muayyen bir zaman ve mekânı aşan, asırları ve kuşakları geçip her devirde bulunan tipler haline getirmiştir.
… Kur’an-ı Kerim, bunları öylesine esaslı tasvir etmiştir ki, bu tipler zamanın geçmesiyle demode olmaz, gündemden düşmez, beşer içerisinde her zaman bulunurlar.”[19]
−Dışımızdakilerle ilişkilerde bizzat Kur’an-ı Kerim ile onlarda istenilen etkiyi oluşturamıyorsak da en azından Kur’anî metotlarla bunu nispeten oluşturmaya çalışmalıyız. Örneğin Kur’an-ı Kerim’in kâfir ve müşriklerin sahip oldukları taşlaşmış düşüncelere karşı koyarken inanç sistemi bağlamında psikolojik bir kararsızlık içine düşmelerini sağlayacak bir yöntem kullandığını görüyoruz:
“Ataları hiçbir şey akletmez ve hidayete ermemiş olsalar da mı?”
“Size atalarınızın üzerinde bulunduğundan daha hayırlısını getirmiş olsam da mı?”
Bu ifade tarzıyla atalarına yönelik güvenlerine dayanarak oluşturdukları düşünsel ve psikolojik temelleri gözden geçirmeye başlarlar.[20]
Baştan beri daha çok Kur’an−ı Kerim’in anlaşılması üzerinde durduk. Elbette ki bu, Kur’an−ı Kerim’in anlaşılmadan tilavet edilmesinin faydasız olduğu anlamına gelmez. Aksine dil, kulak ve hatta göz gibi uzuvların tamamı bundan nasibini alır. Bu sebeple de anlamını bilmezsek bile her vesileyle Kur’an okumayı ve dinlemeyi arttırmalı; özellikle evlerimizde bol bol Kur’an dinletip çocuklarımızın da yeteri derecede Kur’an’ın bu manevi atmosferinden istifade etmesini sağlamalıyız. Yine “Kur’an’ı tertil ile oku”[21] emrine binaen Kur’an’ı tecvid ile okumalı ve bu ilmin yaygınlaşması için bilmeyenlere de tecvid öğretmeliyiz. Çünkü tecvid ile okuma Kur’an’ın tatlılığını ve güzelliğin attırdığı gibi anlamın bozulmasına karşı da onun muhafazasıdır.
Son olarak Abdullah b. Mesud (ra)’un rivayet ettiği bir hadis−i şerifle konumuzu noktalayalım:
“Şüphesiz bu Kur’an-ı Kerim, Allah−u Teala’nın bir ziyafetidir. Onun bu ziyafetinden gücünüz yettiği kadarını öğrenin. Muhakkak bu Kur’an-ı Kerim, Allah’ın ipidir. Apaçık nur odur, faydalı şifa kaynağıdır. Ona sımsıkı sarılanın koruyucu sığınağıdır. Ona uyanların kurtuluşudur. O eğilip bükülmez ki doğrultulsun. Sapıp eğrilmez ki hoşlanılacak hale getirilsin. Onun hayret verici özellikleri bitip tükenmez. Çokça müracaattan dolayı eskiyip yıpranmaz. Onu okuyunuz. Çünkü Allah, onu okumanız sebebiyle her bir harf karşılığında size on hasene verir. Ben size, ‘Elif−lam−mim bir harftir’ demiyorum; fakat elif bir harf, lam bir harf, mim bir harftir.”[22]
Davamızın sonu Allah (cc)’a hamd etmektir.
İnzar Dergisi
[1] (Fussilet: 33)
[2] Buharî, Cihad ve Siyer, 103
[3] Müslim, 49
[4] Yusuf el−Kardavi, Çağdaş Meselelere Fetvalar, c: 4 sh: 392
[5] (Al−i İmran: 104)
[6] (Enfal: 73)
[7] Buharî, Salât, 88; Müslim, Birr ve Sıla, 65
[8] “… İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın” (Maide: 2)
[9] Yusuf el−Kardavi, İslamî Uyanışın Problemleri, sh: 128,129
[10] (Nahl: 125)
[11] Ahzab: 21
[12] Abdulkadir Geylanî, Fethür Rabbani, sh: 37
[13] (Kaf: 45)
[14] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c: 1 sh: 92
[15] İbn−i Hişam, sh: 226
[16] İbn−i Hişam, sh: 203
[17] İbn−i Hişam, sh: 290−293
[18] İbn−i Hişam, sh: 185,186
[19] Seyyid Kutub, et−Tasvir’ul Fenni fi’l Kur’an sh: 216,225 (Üç Muhammed, Mustafa İslamoğlu)
[20] M. Hüseyin Fadlallah, İslamî Hareket, İlkeler ve Sorunlar c: 2 sh: 53
[21] Müzemmil: 4
[22] İmam Kurtubî el−Cami’u li Ahkami’l Kur’an c: 1 sh: 203
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.