Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

İslam davetini ihya etmek

İnsan, elli yıl öncesine göre bile farklı bir dünyada yaşıyor. Henüz elli yıl önce, pek çok yerleşim yerinde evler lamba hatta çıra ile aydınlanıyordu. İnsanlar, yılın mühim bir kısmında dinlenip diğer kısmında çalışıyorlardı. İktisadi işlemlerde “takas” hâlâ yaygındı. Çoğu insan, telefon hatları için “Bu telleri ne diye bu direklere takmışlar?” diye soruyordu.

Bugünün dünyasının en ücra köşesine elektrik ulaştı. Bütün dünyada insanlar, yılı sayılı tatil günleri dışında çalışarak geçiriyorlar. İktisadi işlemlerde biz artık elektronik paralardan bile değil, sanal kredilerden ve ona ulaşım izni veren şifrelerden söz ediyoruz. İletişim ağları ise bizi dünyanın dört bir yanına ulaştırıyor.

Varlığı belki birkaç yıl önce keşfedilen Hint kıtasındaki Everest yamaçlarında bir Nepal köyündeki kadın da Güney Amerika yerlilerine ait bir Peru köyündeki genç de internet ağlarını kullanabiliyor, sesini kaydedip görüntüsünü çekip Londra’ya, Pekin’e, Toronto’ya ulaştırabiliyor. Aynı anda Moskova’yı, Paris’i, Mekke’yi, Medine’yi ekran üzerinden izleyebiliyor.

İnsanlığı teknoloji alanında farklı bir aşamaya taşıyan modern uygarlık, aynı başarıyı manevi alanda göstermedi. Aksine, insan “uygar dünyada” büyük bir manevi boşluk yaşıyor. İnsanın manevi gelişimi, maddi gelişiminin çok gerisinde kaldı. Gökdelen’de yaşayan insan, Hasankeyf mağaralarındaki mutluluğa, Hint kamışından barakalardaki şenliğe, topraktan bir in görünümündeki Afrika çölü evindeki aile birlikteliğine imreniyor. Konu sadece mutluluk da değildir.

İstanbul’da “uygar bir kadın”… Üniversitede eğitim görmüş, meslek yaşamında ekonomi bürokrasisinde tepe noktalara kadar yol almış… Ardından tüketimi internet alışverişi üzerinden artırmaya dönük bir şirket sahibi olmuş… İslam kaynaklı her tür maneviyata tepkili… İslamî her tür sesi, kendilerini Maslak’taki rezidanslarından koparıp geriye (!) götürecek bir çağrı olarak görüyor. Ama aynı zamanda kendisini boşlukta hissediyor. Arkeolojik kazılara merak salıyor ve kazıların son dönemdeki en bilinenlerinden Göbeklitepe’ye, kendisi için bir tanrı, bir tanrısal ses arar gibi merak kesiliyor. 1400 yıl öncesine ait, diyerek İslam’ı reddederken varlığı muhtemel birkaç bin yıl önceki bir yaşamda, lahitlerin altında bir tanrı (!) ya da tanrısal bir ses aramak…

“Modern uygarlık”, dünyevi (seküler) yaşamda, ibadetsizlikten kalan boşluğu eğlence, türlü spor faaliyetleri, hobiler ve sanat etkinlikleri ile doldurmayı ön görüyor. Buna rağmen bireyin sorun yaşaması durumunda psikiyatriyi manevi bir danışmanlık gibi tasarlıyor. Psikologları, kimi zaman bireysel rehberlik, kimi yerde aile koçluğu gibi adlar altında ama aslında bir tür pagan veya nihayet Hıristiyanlık rahibi gibi manevi tatmin sunan “uygarlığın din adamları” gibi işletiyor.

İstanbul’daki “uygar kadın” bunlardan hep haberdar ve hatta bunların içinde. Dıştan mutlu da görünüyor hatta kendisini bir mutluluk koçu olarak tanımlıyor ve kendisi gibi “uygar” kesime danışmanlık da yapıyor. Ama o, bunların yanında kendisi için bir inanç arıyor. Arkeoloji kazılarındaki buluntularla ilgili her tür eleştiriyi inancına müdahale gibi algılıyor. Bu eleştiri devlet televizyonu TRT’den yapılmışsa devleti gericiliği kendi vergileriyle teşvik etmekle itham ediyor.

Paradoks o kadar derin ki “bunalım”, yaşananı tanımlamakta yetersiz kalıyor. Nihayetinde en istikrarlı tutarı “madde” olunca arkeolojide inanç arayışı ilgili hâlini de metalaştırıyor, arkeolojik kazılardan “postmodern efsaneler” üreterek kitap yazıyor ve o kitapları tanıtarak kasasına para kazandırmanın biricik mutluluğuna ermiş gibi oluyor!

“UYGAR” İNSANI ANLAMAK YA DA ONA ÖFKE DUYMAK

İslam’ın belki en mucizevi yanı bütünlüğüdür. İslam daveti de İslamî idare ile aynı karaktere sahiptir. Müslüman idareci, idaresi altındaki herkesin hâlinden sorumlu olduğu gibi İslam davetçisi de ulaşabildiği bütün insanların hâlinden sorumludur.

Konunun anlaşılmasını sağlamak için sözünü ettiğimiz “uygar kadın”a öfke duyabiliriz, onun arkeoloji kazılarından medet ummasıyla alay edebiliriz, İslam karşıtlığına nefret duygusuyla karşılık verebiliriz. Ama bunlardan daha zoru, onu anlamaya çalışmaktır: Belki de onun İslamî her tür sese karşı nefreti Müslümanların ona çağı anlamasını sağlayacak hiçbir şey vermemesinden, ona bunalımını atlatmasını sağlayacak hiçbir ses ulaştırmamasından geliyor.

Geçmişte İslam dünyasında bu tür kesimlere ulaşmakla cenneti hak etme arayışını sürdüren mü’minler vardı. Alim ve zahid… Devletler savaşta, ilme gark olmuş ulema münazarada, bireysel ibadetiyle kendinden geçmiş abid kendi iç aleminde iken onlar, bu kesimleri İslamî bir yaşama katan sessiz sedasız kahramanlar oldular.

Günümüzde bunu o günkü cemaat ahlakı içinde yapanlar yerine kalemi, klavyeyi, ekranı kullanabilen hocalar aldı. Ne yazık ki çabaları; bireysel olduğundan hem irşadı yarı yolda bırakıyor hem zamanla hocanın bizzat kendisinin de bu ön cephede ağır yaralar alıp maneviyatından çok şey yitirmesi gibi dehşet verici ve cesaret kırıcı sonuçlar getirebiliyor.

Diğer bir husus da söz konusu vaiz hocaların İslam’ın bütünlüğüne halel getirecek şekilde sadece manevi boşluğa odaklanmaları ve İslam’a yönelişi bir tür psikoterapi gibi sunmalarıdır. Mesele, bir inanç değil, aslında bilindik bir araç olan psikoterapi olunca da kendisini daha iyi geliştirmiş, malzemeleri daha güne uygun modern psikoterapi karşısında, teknoparkta el sanatlarını tanıtan zanaatkârlar konumuna düşebiliyorlar.

YENİ DÜNYADA İSLAM DÂVETİ

Eski dünyanın karakteristik özelliği Batı dillerinde “statik” ile ifade edilen “yavaşlık”tı. Yeni dünyanın karakteristik özelliği ise “hız”dır. Eski dünya cahiliyesi insanı statik bir ortamda tutarak kula kul ederdi, yeni dünya cahiliyesi insanı inanılmaz bir hız içine alarak onu kula kul bırakıyor. İkisinin müşterek hedefi ise insan iradesinin harekete geçmesini engellemek ve onu kula kulluktan çıkaracak yola girmesinin önüne geçmektir.

İslam’ın inanç, değer ve ibadetleri sabit, dünyanın maddi varlığı, insanın yaşamını sürdürürken kullandığı araçlar değişkendir. İslam’ı sair dinlerden üstün kılan mucizevi yanı ise inanç, değer ve ibadet sabitleriyle bu değişken maddi varlık ve araçlar dünyasına hükmedebilmesidir. Bütün değişkenliğe karşı sabitliğiyle değişime yön verebilmesi, anlam kazandırması, insanın o değişim içinde zeminini kaybetmesini engelleyebilmesi; değişimle mutluluğun onda aksi yönde işlemesinin önüne geçmesidir.

Bu bağlamda İslam’ın bir anlık gafleti dahi onaylamayan, yarı uyku ve kendinden geçmişliği ifade eden “ğışave” hâlini, “elleri boynuna bağlanmış sürüklenen köle” misali iradesiz sabitliği Allah’a isyan dahilinde bir ölüm sayan (bkz. Yasin-i Şerif’in ilk 12 ayetine) İslam ile donanmış Müslüman, sürekli hareket ve hız insanıdır.

Müslüman, gafletten uzaktır. Müslüman, yumuşak yataklara gömülüp uyuşmayı ölümden sayar. Müslüman, iki günü bir olanı ziyanda bilir. (Bkz. Secde Sûresi gibi ilgili sûrelere ve bu hususlarda bilinen Hadis-i Şeriflere)

İslam’ın kurumları da vakti zamanında buna uygun işlemiştir.

İslam davetindeki araçsal dönüşümün en güzel misallerinden biri hiç kuşkusuz ribatlardır. Ribatlar, fetihler çağı Hülefa-i Raşidin Devri’nde sınır karakolları olarak oluşmaya başlamış,  Emevi günlerinde daha da yayılmış ve devasa askeri karargahlara dönüşmüştür.

Abbasî günlerine gelinip fetihler azaldığında ve İslamî davet yayıldığında ribatlar, cihadla ilgili konumlarını da gerektiğinde koruyarak, gayr-i Müslimleri İslam’a davet eden birer mürşid karargahına evirilmiştir. Bulunduğu bölgenin şeklen Müslümanlaşması sona erdiğinde ise ribatlar, artık Müslüman zahidlerin ve alimlerin Müslümanları geliştirmeye ve günahlara dalmaktan uzaklaştırmaya dönük zaviyeleri olmuşlardır.

“Güne göre” değil, ihtiyaca göre vaziyet almayı ifade eden bu harika dönüşüm, bugün için ilham verici olmalıdır.

İslam davetinin inanç, değer ve ibadet özü sabit; araçları ise ihtiyaca göre değişkendir. Bunun için aynı kurum, fetih günlerinde karakol; davet günlerinde tebliğ merkezi, İslam’ın hep kısa sürede sağladığı maddi gelişim günlerinde dünyevileşmeyi engelleyici ve değişimi yönlendirici bir ilim ve zühd merkezi dönüşümünü geçirebiliyor.

Bugünün dünyasında İslam’a muhtaç ve henüz İslam’ın hiçbir zaman hâkim olmadığı bir saha var. Bir de İslam dünyasında İslam’a çok duyarsız, yer yer karşı, çoğu kendine ait okullarda yetişmiş, kendi gettolarında büyümüş, nüfusları milyonları bulan ve büyük şehirlerin “ayrıcalıklı semtlerinde” odaklanan bir kesim vardır. İslam daveti, onların kapısını bugüne kadar hiç çalmadı ama onlar ise her gün bulundukları zaviyelerden Müslümanları kışkırtacak söylemler geliştirdiler.

Müslümanlar, bugünün dünyasının mağdurları değiller. Zulüm gören kesimi olma konumunu kabullenip acı çekmeyi bir kültür hâline getirmek, acılar üzerinden İslam tebliği yaptığını düşünmek, İslam’ın özüne aykırıdır.

Müslümanlar, dünyanın bugün içinde bulunduğu durumdan bizzat sorumludurlar. Amerika’da sokakta yaşama durumunda bırakılan Siyahî’nin hâlinde bizim sorumluluğumuz vardır. Ona zulmeden beyaz görünümlü despotun insanlık dışı tutumunda da bizim sorumluluğumuz yok değildir. Müslümanlar, “imam ümmet” olarak her iki kesime de İslam’ın kurtarıcı sesini ulaştırmakla mükelleftirler. Bugünün iletişim dünyası, bu sorumluluğu kaçınılmaz bir zorunluluk hâline getiriyor.

Ve bu evrensel sorumluluk, İslam’ı modernizm karşısında bir psikoterapi gibi sunan çağrıların yetersizliğini de yeteri kadar ilan ediyor.

Bugünün dünyasında İslam’ın sosyal adaletini kapsamayan, zekât müessesini, sosyal dayanışmayı içermeyen, insan haklarını öne çıkarmayan hiçbir davet tam bir İslam daveti değildir.

Müslümanların bir kısmı kendilerine biçtikleri manevi danışman konumlarında vazifelerini elbette yapacaklar, bu minvalde İslam davetini yapacaklardır. Sorun onların varlığı değildir; sorun onların yanında İslam’ı bir bütün olarak anlatan davetçilerin nadirliğidir.

Eskiden beri İslam dünyasında iki ana kesim vardır: İslam dünyasının sorunları kronikleşmiş odakları üzerinden bitmeyen fitne ile uğraşanlar… Bir de bu fitneden kendilerini beri tutup İslam’ın sesini Kur’an ve Sünnet’in cevaz verdiği yollar üzerinden dünyaya duyuranlar… Birinci grup hep kınanmış, ikinci grup fatihler ve mürşidler olarak hep rahmetle anılmıştır.

Bu bağlamda kadim İslam dünyasında yaşayanların önünde hâlâ bu iki yol duruyor: Kronikleşmiş hasta bölgelerin taraflarının haklılığı veya haksızlığını konuşup tartışmak, onlar üzerinden Müslümanlık, muvahidlik ölçümleri yapmak… Ya da kendini çağın insanını İslam’la buluşturmaya adayan mücahidler, davetçiler olmak…

Ya kör fitne hikâyeleri içinde zamanı doldurup ölümünü beklemek… Ya da “Şüphesiz ölüleri mutlaka biz diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) bir bir kaydetmişizdir.” (Yasin-i Şerif 12) yüce hakikatine kulak vermek… “Onlara, o karye halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti. Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, "Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz" dediler.” (Yasin-i Şerif 13-14) ayetlerinin ve devamının yol rehberliğinde insanlara hakkı götüren birer elçi olmak… İslam davetini yeniden ihya edip insanlığın yol göstericileri konumuna çıkmak…

Galip gelen elbette bu ikinci yol olacaktır…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.