Fatih AKMAN
İslam’dan önce Ebu Kuhafe’nin Oğlu 2
Şafak atmıştı. İslam’ın güneşi doğuyordu. Dalga dalga yayılan haberle çalkanıyordu, Mekke. Yer ve gök ehlinden muvahhid olanlar seyran içindeydi. İblis ve avenesi de hüsran içindeydi.
Çünkü Mekke, Hz. Muhammed’e gelen peygamberlik haberiyle oturup kalkıyordu. Bir de şaşkına dönmüştü ehli kitap. Yeni bir peygamberin geleceğinin haberini kendi kitaplarından okumuşlardı. Yahudiler ve Hıristiyanlar bu haberin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı.
Müşrikler ise akıllarını yitirmişçesine “Peygamberlik, gele gele içimizden bir yetim ve kimsesize mi gelecekti?! Kabilemizin ileri gelenlerinden birisine gelmeli, değil miydi?” diyerek hakikati kabullenemiyorlardı.
İşte Mekke’de tüm bunlar meydana gelirken Ebu Kuhafe’nin oğlu Abdullah yani Ebu Bekir ticareti gereği Yemen’deydi. Mekke’deki bu haberlerden habersizdi. Döndüğünde, Ömer bin Hişam ve Utbe bin Muayt gibileri başına üşüşüp etrafını sardılar.
Hz. Ebû Bekir’in “Hayrola,” “bir haber mi var? Ben yokken bir şeyler mi oldu?” sorusu müşrikler ve Hz. Ebu Bekir arasındaki şu diyaloğu başlatmış oldu.
“Evet, hem de pek büyük bir haber var. Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı!”
“Bunu bizzat kendisi mi sizinle paylaştı?”
“Evet, kendisi bizimle paylaştı ve durmadan putlarımızı kötüleyip onlara sataşıyor!”
“Demek kendisi paylaştı ha! Kendisi paylaştıysa doğrudur” dedi ve “Şimdi nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.
“Evinde.” dediler.
Hz. Ebu Bekir, müşriklerden ayrılmıştı. Müşrikler koyu bir karanlığın koynunda, öfke ve endişenin esiri olmuşlardı adeta. Korku, öfke, endişe, çaresizlik şimdiden tüm hücrelerine yayılmıştı sanki. Fakat korkunun ecele faydası yoktu, güneş doğmaya yüz tutmuştu. Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir’le buluşmadan Hz. Ebu Bekir’in kafasını bulandırma çabaları yerini bulmuş muydu bilmiyorlardı.
Müşriklerden duyduğu sıradan bir haber değildi. Arkadaşı Hz. Muhammed’in yalan söylediğine ne kendisi ne de başkası asla şahit olmamıştı. Aksine o Mekke’nin en dürüst en güvenilir insanıydı. Bunun için cümle halk ona “Muhammedü’l-Emin” diyordu. Öyle ki onun sözü herkes için senet hükmündeydi. Hz. Ebu Bekir, müşriklerden ayrılınca doğruca Peygamberimizin yanına gitti. Bunu bir de kendisinden duymak istiyordu.
Hz. Ebû Bekir’in içi içine sığmıyordu; bir an önce Hz. Muhammed’in evine varma heyecanı ile acele ediyordu. Kapıya varması, kapıyı çalması ve Peygamberimizin kapıyı kendisine açması adeta bir olmuştu. Efendimiz salallahu aleyhi vesellem kendisini tebessümle karşılamıştı. Çünkü kendisine hiç kimse inanmasa da Ebû Bekir’in inanacağından adı gibi emindi.
“Ey Ebû Kâsım,” dedi, “peygamberlik iddiasında bulunduğun doğru mu?”
“Evet, ey Ebû Bekir! Ben, sana ve bütün insanlara Âlemlerin Rabb’i tarafından gönderilmiş bir elçiyim. İnsanları bir ve tek olan Allah’a inanmaya, putlara tapmaktan vazgeçmeye çağırıyorum.”
Hz. Ebû Bekir bu davet üzerine bir an bile tereddüt etmeden duraksamadan:
“Ben şehadet ederim ki ey Muhammed, sen, bir olan Allah’ın elçisisin.” Diyerek Ebu Kuhafe’nin oğlu’nun İslam öncesi dönemini kapatmış oldu…
Hissemize Düşen
Hz. Âdem’den asr-ı saadete, o zamandan günümüze, günümüzden ahirete kadar değişmeyen/değişmeyecek olan hak ve batıl mücadelesinin varlığıdır.
İstisnasız tüm zamanlarda hakkın güneşi doğduğu yerde batılın işçileri öfke ve endişeyle karalamayla engellemelerle Hakk’ın sesini bastırmaya, güneşini boğmaya, onu sahipsiz ve kimsesiz bırakmaya yeltenmişlerdir.
Fakat hiçbir zaman batıl, işin özünde hakka galebe çalamamıştır, batıl daima en nihayetinde kaybetmiştir, kaybetmeye de mahkûmdur.
Rabbimin, bizi de batılın tüm iftira, hile ve desiselerine rağmen son nefese dek İslam’a susamışlardan kılması temennisiyle, vesselam.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.