Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

İslamîleşme mi yerlileşme mi?

Gelişmeler, çok yönlü ve arka cepheleri ile ele alınmazsa anlaşılamaz. Anlaşılmayan bir gelişme, soru işaretleri doğurur; cevap verilmeyen sorular sorunlara yol açar.

İslam dünyasında 2000'li yılların ortalarından bu yana somut adımlara dönüşen bir siyasî İslamîleşme gözlemlenmektedir. Siyasî İslamîleşmeden kastım yönetimin; İslamî kural ve kurumlara ilgisinin artması; İslamî söylemi daha çok dillendirmesi ve kimi tutumlarını İslam'la açıklamasıdır. Bu değişimin “siyaset” kelimesini konuşulan Türkçede olduğu gibi “yönetim” kelimesiyle eş anlamlı tutarak “siyasal İslamcılık” yerine, “siyasî İslamîleşme”  kavramıyla ifadesinin daha uygun olacağını düşünüyorum.

Bu çerçevede siyasî İslamîleşmenin arkasında birden çok neden vardır:

İslam dünyasında dış güçler ve onlarla ilişkili yerel Masonik yapıların örgütlediği Batıcılık, jakoben süreci aşamadı; halkı İslam'dan kopararak Batılılaşmaya ikna edemediğinden baskıcı süreçte takılı kaldı.

En büyük iddiası özgürlük olan Batıcılık, İslam dünyasında zulümle özdeşleşti. Bu baskıya rağmen İslam dünyasında başta orta sınıfta olmak üzere dindarlaşma istikrarlı olarak görüldü. Batıcı sistemlerin Batı'nın Sağ ve Soluyla işbirliği içinde geliştirdikleri propaganda ve baskı projeleri, dindarlaşmayı zaman zaman sekteye uğrattıysa da durduramadı.

İslam dünyasında halkın yönetime katılması yönündeki her adım Batılılaşma aleyhinde gelişti. Halk, Batılılaşmayı benimsemedi ve Batılılaşma projelerini bitirmeyi bir hedef hâline getirdi.

İslam dünyasında görülen siyasî İslamîleşmenin halkın bu kararlı tutumuyla ilgisi söz konusudur. Siyasî İslamîleşme, halkın İslam'a bağlılığının yöneticileri nihayetinde ikna etmesi ya da yöneticilerin halkın iradesi karşısında daha fazla direnememeleri ile ifade edilebilir. Ne var ki sadece içeriye bakılarak yapılan bu izah söz konusu değişimi açıklamak için yeterli değildir.

Siyasî İslamîleşmenin somut devlet projelerine dönüşmesinin küreselleşmeye tepki ile ilgili bir boyutu vardır ve bu boyut, kimi zaman siyasî İslamîleşmenin kimi hedeflerine ulaşmasının arkasındaki en önemli etken konumunda görünebilmektedir.  

Sosyalist küreselciliğin (enternasyonalizmin) başarısızlığa uğramasını fırsat bilen liberal küreselcilik, dünyayı “özgürlüklerin genişletilmesi” hilesiyle bütün renkliliklerden uzaklaştırarak Batılı yaşam tarzı üzerinden tek tipleştirmeye ve tekli bir yönetime almaya çalıştı. Liberal küreselcilik, ABD'nin “tek süper güç” kalmasına yaslanarak bu yöndeki etkinliklerini öylesine açıkça yürüttü ki bütün küreselleşme biçimleri bir anda unutuldu. “Küreselleşme” , “liberal küreselleşme” ile özdeşleşti, onun dışındaki küreselleşme biçimlerinden söz etmek bile abes oluverdi.

Liberal küreselleşme, oluşturduğu tek tipleşmeyle Batılı değerler dışındaki bütün değerleri marjinalleştiriyor, seremoni aksesuarı veya müzelik değer konumuna düşürüyor, ulus varlığını tehdit ediyor ama bununla da kalmıyor, dünyayı bir köy gibi yöneterek ulus devlet varlığını da anlamsızlaştırıyordu.

Varlıklarını küreselleşmenin ana etkinliği Batılılaşmaya borçlu olan İslam dünyasındaki Sağ ve Sol ulusalcılar, liberalci küreselciliğin ulus devlet yönetimini bitirdiğini, dolayısıyla onları bütün hırsları ile hâkim oldukları devlet olanaklarından yoksun bıraktığını gördü. Küreselcilik onlar için acilen baş edilmesi gereken bir tehdit oldu.

Bu acil tehditle baş etme eğilimi İslam dünyasında devleti İslamîleştirmeyi amaç hâline getiren kesime, geçmişte kendilerinin yerel karşıtlarından oluşan kesimden ortaklar kazandırdı: Geçmişin Batıcı Sağ ve Sol ulusalcıları. 

Devleti İslamîleştirmek isteyen kesimlerin öteden beri, kimi baskıları aşmak ve halka daha çok açılmak için bir yerlilik vurgusu vardı. Onların yerlilikten kastı, İslam doğrultusunda oluşmuş milli kültürün sahiplenilmesiydi. Onlar için yerel olmak, Batı emperyalizminin kültürel istilasından uzak durmak anlamına geliyordu. Bu yerlilik, tamamen İslam içinde tarif kazanıyordu; dolayısıyla yerlileşmek de İslamîleşmeyi ifade ediyordu.

Sağ ve sol ulusalcılık içinse düşünme kapısı çoktan kapanmıştı; onlar, akıllarını çoktan tatil etmiş, Batı'nın düşündüklerini düşünmekle yetiniyorlardı. Öyle ki liberal küreselciliğin karşısına nasıl çıkacaklarını dahi bilemediler. Bu düşünsel kısırlıklarının eseri olarak küreselcilerin küreselcilik için düşman olarak yerelselliği tayin etmeleri, üstünlüğü, güçlülüğü küreselleşme; zayıflığı, düşüklüğü yerelleşmeyle ifade etmeleriyle, kendileri de küreselciliğe karşı yerelleşmeye sarıldılar.

Sağ ve sol ulusalcılar, bir süre bocalayıp bir tür “çağdaş yerellik” üretmeye kalkıştılarsa da bunun altını dolduramadılar, doldurmaları da mümkün değildi. Zira bunlar, Batılı değerler üzerinden ulusal bir devlete sahip olma gibi bir çelişkinin içine düşüyorlardı. Mustafa Kemal vurgusu da burayla ilgiliydi. Onlar, Mustafa Kemal'in hem Batılılaşmayı sağladığına hem de ülkenin bağımsızlığını koruduğuna inanıyorlardı. İslamîleşme söz konusu olmadan doğrudan Batılı değerlerin korunup Batı'nın siyasi hegemonyasından/istilasından korunmanın mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Ama düşündükleri halkta karşılık bulmadı; marjinallikleri daha da arttı. Geçmişte sadece Sol ulusalcılık marjinal iken Sağ ulusalcılık da gittikçe marjinalleşmeye başladı. İlkin Sağ ulusalcılık geri adım attı, siyaset arabasının direksiyonunu kendi içinden kimi tepkilere rağmen İslamîleşmeden yana kırdı. Ama istediği neticeyi alamadı. Sert bir İslamîleşmenin gerçekleşmesi durumunda ceza davaları konusu olması beklenen Sol ulusalcılık ise tükenme sürecine girdi. Neticede Sağ ve Sol ulusalcılık, küreselcilik karşısında İslamî söylem sahiplerinin sesinden daha güçlü bir ses bulamadı.

Bu durum, devleti İslamîleştirmek isteyen kesimle ulusalcı Sağ ve Sol için fiilî bir buluşma zeminini zorladı. Bu buluşma, ABD'nin kurmak istediği ulusal sağ görünümlü ama ulusal sol içerikli Sisi diktası, FETÖ, Kadirî girişimleri tipi koalisyonlara galip gelerek İslam dünyasının pek çok noktasında gerçekleşmiş; devlet yönetiminde görülür bir İslamîleşme hâsıl etmiş durumda.

Bu buluşmayla her iki taraf da kazançlı çıktığını düşünmektedir: Devleti İslamîleştirmek isteyen kesim, ulusal Sağ ve Solla buluşarak devlet tecrübesine sahip bir bürokrasi kazanmış, toplumsal zeminde bir hasara yol açmadan devleti kısmen de olsa devralmış ve İslamîleştirmiş sayıyor kendisini. Ulusalcı Sağ ve Sol ise marjinalleşmenin ardından gelecek olan siyasî tükenişten kurtulmuş; özellikle geçmişteki suçlarından dolayı “hain” nitelendirilmesiyle ceza davalarına konu olabilecek Ulusal Sol, kendini, durumunu bir kez daha kurtarmış görüyor.

Meselenin mihenk noktasını ise artık somut bir siyasî dönüşüme varan bu buluşmanın esasını İslamîleşmenin mi yerelsellik ya da yerlileşmenin mi oluşturacağıdır.

Ulusal Sağ ve Sol için küreselleşme tehdidine karşı yerelsellik veya yerlileşme esas, İslamîleşme ise devleti küresel hegemonyadan kurtaracak bir araçtır. Onların amaçlar hiyerarşisinin tepesinde devleti korumak ve yine Batı'dan öğrendikleri kadarıyla bu amaca ulaşmak için yerelsellik vardır. Devleti İslamîleştirmek isteyenler için ise amaçlar hiyerarşisinin tepesini İslamîleşme teşkil eder, yerlileşmek bunun farklı bir ifadesi veya siyasal anlamda bir aşamasıdır. Onlar, halk açısından yerlileşmenin İslamîleşmeyle özdeş olduğunu var sayıyor; yerlileşmenin devlet boyutunda ise Batı hegemonyasından korunmanın eninde sonunda İslamileşmeyi getireceğini düşünüyorlar.

Bu tablonun Türkiye özelinde içeri ve dışarıya bakan pek çok mahsuru vardır: Yerelsellik bir yana yerlileşmenin bile Türkiye'nin renkliliği içinde tarifinin zor olması, daha doğrusu makul çoğunluğun kabul edeceği bir tarifinin bulunmaması ve siyasi amaçları gerçekleştirecek çoğunluğa ulaşmak için hakim unsur milliyetçiliğinin kaçınılmaz olması, bunun ise halk nezdinde bir ayrışmaya yol açması gibi İslamî kesim içinde de bir ayrışma yaşatması. Bu, göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir risktir. Yerlileşme, İslamî kesimin büyük ölçüde geride bıraktığı, bunun yerine İslamileşmeyi/dindarlaşmayı kullandığı ve bu sayede kendi içinde geçmişten daha büyük bir buluşmayı sağladığı bir kavramdır.

Diğer bir risk ise dışarıyla bağlantılı olmadan devlet yönetme kabiliyeti olmayan özellikle Ulusal Solcuların “Batı'nın batısı”nın hegemonyasına karşı, eski alışkanlıklarıyla “Batı'nın doğusu”nun (Çin ve Rusya) hegemonyasına devleti zorlamalarıdır. Bu da mevcut dengeler içinde göz ardı edilebilir bir risk değildir.

Dolayısıyla Türkiye gerçeği içinde bütün kesimler için, gerek devlet gerek halk açısından samimi bir İslamîleşme dışında üzerinde uzlaşılabilir bir zemin görünmemektedir. Bunun dışındaki bütün arayışlar bunun taşıdığı risklerden daha ağır riskler taşımaktadır. Bütün kompleks ve tehditler aşılarak devletteki değişim yerelsellik veya yerlileşme ile değil, İslamîleşme ile ifadesini bulmalı; buna karşı dış güçlerden gelecek tehditleri bertaraf edecek yollar aranmalıdır. Bu, İslamîleşmenin yerlileşme ve hele hele yerelsellikle ifade edilmesi kadar riskli değildir. İslamî kesimler, yerlileşme kılıfı içinde bile olsa yerelselliğe ikna olmak yerine yerelselcileri İslamîleşmeye ikna için daha çok gayret göstermelidir. Bu da İslamîleşme şemsiyesinin olabildiğine geniş tutulması ve mezhebi ne olursa olsun her tür selefist/radikal mantıktan beri tutulması ile mümkündür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.