İşlerde hüküm maksada göredir
İşler; iş kelimesinin çoğulu, Arapçada “Umur”, “Â’mal”, “Êf’al” lafızlarıyla eş anlamlı olarak ifade olunur.
İşler; iş kelimesinin çoğulu, Arapçada “Umur”, “Â’mal”, “Êf’al” lafızlarıyla eş anlamlı olarak ifade olunur.
İnsanın işleri ya iyidir ya da kötüdür. İyi olan işler; “Ef’al-i Hasene”, “Umur-u Hayriye”; kötü olan işler; “Amel-i Habise”, “Amel-i Seyyie” veya “Amel-i Gayri Salih” gibi kelimelerle tanımlanır.
İşlere (amellere) değer kazandıran, hüküm getiren konum, onların yapılış gayeleridir. Şu var ki; -şer’an- kötü olan işler, -zaruret hariç- iyi bir gaye için kullanılsa dahi yine de kötüdür, iyi olamaz.Hatta kötü bir gaye için yapılan iyi işler dahi kötü olur. Çünkü iyi olan gayelere ancak iyi olan işler vasıta olabilir. Niyet de bu şekildedir. Yani; iyi niyet aslen kötü olan bir şeyi iyiye çeviremez, fakat kötü niyet iyi olan bir işi de kötü yapar. Çünkü niyet ve gaye sarih (açık) nass’la sabit olan ilahi bir hükmü(işi) değiştirmeye muktedir veya me’zun(izin verilmiş) değildir.
Bazıları amel ve fiili farklı farklı tanımlamaya çalışmışlardır. Fiili maksatsız, gayesiz işler olarak tarif etmeye kalkışmışlardır. Oysa bir ef’al-i mükellefin denildiği vakit bunların içerisinde farz ve vacipler de bulunmaktadır. O durumda farz ve vaciplere mükellefin yaptığı maksatsız ve (haşa) manasız işler demek olur ki bu da büyük bir yanlışlık olur. Hakikatte amel ve fiil hatta umur (işler) demek hep aynı manadadır. Bu hususta detaylarla sözü uzatmak istemiyoruz. Sadece bir yanlış anlaşılmayı ve yanılgıyı düzeltmek muradımızdır.
Hakeza; niyet ile maksat da birbirine karıştırılmaktadır. Her niyet için bir maksat şarttır. Ancak bazen bir maksatta birçok amel ve niyet bulunur. Zira birçok ameller vardır ki, her niyet ancak bir amel ile sınırlıdır. Fakat maksat böyle değildir. Yani bir amelle sınırlı olmayabilir.
Çünkü niyet; insanın yapmağa azmettiği iyi veya kötü bir maksad için kalben almış olduğu karardır. Her niyet, iç alemde beliren bilgi ve düşüncelerin kalbin muhakemesi sonucunda bir maksada matuf olarak alınan karardır. Kalbin iyi veya kötü bir şeye yönelmesi bir kasıttır. Ancak kalp karar vermeden niyete dönüşmez.
Bununla beraber kast niyetin öncesinden başlayıp-niyet de dahil olmak üzere belirlenen hedefe kadar azmedilen ve yapılan kalbi ve ameli bütün icraatları kapsar.
Ayrıca niyetin genel tarifi yapılırken sadece ibadet olan ve ibadetler için yapılan niyet tarif olunmaz. Çünkü iyi niyet olduğu gibi sui niyet (kötü niyet) de vardır. İyi niyet ibadettir. Yine niyet, kalbi ibadetlerden bir tanesidir. Ancak kalbi amel yahut kalbin ameli gibi isimlerle tesmiye(isimlendirme) olunamaz. Zira, amel zahirde vaki olan hal ve hareketler yani işlerdir. Ameller zahirde hükme tabidir. Ancak niyetlere zahirde hüküm verilemez.
Yanlış yorumlara mahal vermemek için bu ön bilgileri gerekli gördük. Bundan sonra asıl mevzumuz (konu) olan işlerde maksadın mahiyetine geçelim.
Yapılan bir iş üzerinde hüküm vermek için maksada dikkat edip onu (maksadı) esas almak şarttır. Bu fıkhi kaidenin uygulanması adaletin tecellisi için zaruridir.
Maksadın Mahiyeti ve Hükme Me’haz (çıkarım noktası) Oluşunun Önemi:
Yukarıda özetle değindiğimiz bazı yanlış anlaşılmalar ve yanılgılar gibi “maksad” kelimesinde dahi fıkhi kaideleri açıklayanlardan bazıları tarafından yanlışlıklar ve karıştırmalar yapılmıştır. Bu durumun tashihi için evvela “maksad” kelimesinin manası üzerinde biraz durmak gerekli olur kanaatindeyiz.
Ke-se-de’nin masdarı olan maksad, kişinin bilip belirlemiş olduğu hedefe varmak için kalben yönelip ahd ederek fiilen ve her hali ile bile bile azmetmesi ve imkanlarını sarf etmeye çalıştığı gayedir. Bu itibarla, kalbin temayülü, niyet, akit, ahit, amel, azim, sa’y ve gayret maksad’ın kapsamından ve de özelliklerindendir.
Bir maksada matuf olmayan kalbin yönelişleri, dilin lafızları, hislerin aldıkları gibi lehte veya aleyhte bir hükmü de mucib değildirler. Sadece ibahat (mübah) çerçevesine dahil olurlar. Hatta insanın sözlerinin bağlayıcılarından olan yeminler dahi bir maksada matuf olmadıkları müddetçe lehte veya aleyhte bir hükmü gerektirmezler. Nitekim bu hususta Kur’an-ı Kerim’de: “Allah, sizi yeminlerinizdeki lağv (ağız alışkanlığınız)’dan sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalblerinizin azmettiği (bile bile yaptığınız) yeminlerinizden (dolayı) muahaza eder (sorumlu tutar.) Allah çok yarlıgayıcıdır. Halimdir (kullarının günahı sebebiyle rızıklarını da kesici değildir.) (Bakara: 225) diye buyrulmaktadır.
Hz. Aişe(r.anha)’ye dayandırılarak rivayet olunan bir Hadis-i Şerife göre; “Yemin-i lağv, yani ağız alışkanlığı sonucu (geçersiz) olan yemin, herhangi bir kişinin evinde otururken söylediği “hayır vallahi!” “evet vallahi” şeklindeki sözlerdir,” (Ebu Davud) diye tarif ve yukarıdaki ayeti tefsir buyurmuşlardır.
Bu hususta yine başka bir ayet-i kerimede:
“Allah, sizi yeminlerinizdeki lağv’dan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azm ettiği yeminler yüzünden muaheze eder. Bunun da kefareti ailenize yedirmekte olduğunuz orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahut bir kul (köle) azad etmektir. Fakat kim (bunları) bulamaz (bulmaya muktedir olamaz)sa üç gün oruç( tutması lazımdır) işte bu and ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefaretidir. Yeminlerinizi muhafaza edin. Allah ayetlerini size böylece açıklıyor. Taki şükredesiniz” (Maide: 89) diye buyrulmaktadır.
Yemin lağv halinden çıktığı zaman maksadın kalpten lafza dönüşüp pekişen halidir. İyi veya kötü bir maksada yönelik olur. Şayet iyi olmayan bir maksad için yapılmışsa onun bozulması evladır.
Hz. Aişe (r.anha)’ye atılan iftira (ifk) olayına akrabalarından Mistah’ın da karışmış olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir, ona bir daha yardımlarda bulunmayacağına yemin etmiştir. (Oysa daha önceden Hz. Ebu Bekir (ra)’in ona çok yardımları oluyordu.) Bu sebebe binaen Kur’an-ı Kerim’de “Sizden (dinde) fazilet ve (dünyada) servet sahibi olanlar, akrabasına yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere, vermelerinden kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allah’ın sizi yarlıgamasını sevmez misiniz, Allah çok yarlıgayıcı çok esirgeyicidir” (Nur: 22) diye buyurulmaktadır.
Bu Ayet-i kerimenin tefsiri babından olarak Allah Resulü (sav);
“Her kim bir konuda yemin eder de ettiği yeminin gereğinin dışında bir davranışın hayırlı olduğunu görürse yemin kefaretini yerine getirerek hayırlı gördüğü işi yapsın”(Sahih-i Müslim) diye buyurmuşlardır.
Bu delillere binaen İslam uleması yemini üç kısma ayırmışlardır.
Yemin-i Lağv: Her hangi bir maksada matuf olmayıp ağız alışkanlığı, dil sürçmesi veya geçmiş bir olay üzerine bilmeden yemin edip sonradan doğru olmadığının anlaşıldığı yeminlerdir ki, bunlar dünyevi veya uhrevi bir cezayı gerektirmezler.
Yemin-i Mun’akid: Maksadını bilerek ve isteyerek yapılan yeminlerdir. Bu tür yeminlerin hayra engel teşkil etmeleri söz konusu ise kefaretini vermek suretiyle bozmak daha evladır. Böyle bir durum söz konusu değilse yeminini bozması haramdır. Ancak nasıl olursa olsun yemin-i mun’akid’i bozan her hal u kârda kefaret vermek zorundadır. Bir farzın veya vacibin yapılmaması veya bir haramın işlenmesi için yapılan yeminler ise batıldır, geçersizdir.
Yemin-i Gamus: Bile bile dünyalık bir menfaat elde etmek veya bir başka sebeple bir kimseyi aldatmak için yapılan yemindir ki bu yemin büyük günahtır. Bunun günahını kefaret karşılayamaz.
Maksadın dilde bilerek söylenmesine, söz ve ahitle pekiştirilmesine yemin denildiği gibi, kalpteki şekline de niyet, akd ve karar denilir. Niyet bunları kapsadığı için ona misal vermekle iktifa edebiliriz.
Kalbin temayülünden, muhakeme olunup karar verildikten sonra fiiliyata dönüşmese de bir maksad indallahta geçerlidir. İyi bir maksad için Allah(cc) buna sevap yazar(yazdırır), eğer fiiliyata dönüşürse-durumuna göre-on mislinden yedi yüz misline kadar sevap yazılır.
Bu hususta Allah’ın Resulü (sav) bir hadiste;
“Allah, iyiliklerin ve kötülüklerin yaz(ılmasını meleklere emret)ti sonra bunları (şöyle) açıkladı. Kim iyilik yapmayı gönlünden geçirir de yapmazsa, Allah onu kendi katında tam bir iyilik, (yapılmışçasına) yazar. Eğer onu yapmayı diler de yaparsa Allah onu on sevaptan yedi yüze ve daha fazlasına kadar katlayarak yazar. Eğer bir kötülüğü gönlünden geçirir de onu yapmazsa, Allah onu tam bir iyilik olarak yazar. Kötülüğü gönlünden hem geçirir hem de yaparsa, Allah onu tek bir günah olarak yazar” (Buhari-Müslim) buyurmuşlardır.
Bir maksada mebni olan kalbin niyeti ve kararı indallahta maksadına göre iyilik veya kötülük olarak hükme tabidir. Ancak lafızda ve amelde tezahür etmediği müddetçe ictimai hayatta (insanlar arasında) bir hükme tabi olmaz. Zira dünyada hüküm zahire göredir. Lafız veya fiile dönüşen haller ise bir maksada matuf ise lehte veya aleyhte konumuna göre hükme tabidir. Bir maksada matuf olmayan kalbi veya lafzi ve hissi ahval herhangi bir hükme tabi olmadığı gibi maksatsız ameller dahi bir hükme mucib değildir.
Gayri ihtiyari vuku bulan bütün fiiller de maksatsız olan fiillerdendir. Mesela kaza ile meydana gelen bir zarar dahi kazanın failinden tazmin edilmez. Kaza ile meydana gelecek olan en büyük zarar insanın ölümü ile sonuçlanmasıdır. Böyle bir ölüm vaki olsa bile kısas gerekmez. Ancak kefaret gerekir. (Nisa suresinin 92. ayetinde bu husustaki hükümler mevcuttur.)
İbadet maksadını taşımayan ameller de ibadet yerine geçmez. İbadet maksadıyla olmayan açlık ve susuzluk oruç yerine geçmez. Namaz maksadıyla yapılmayan fiili hareketler yorucu olsa dahi namaz yerine geçmez. Hacc maksadıyla olmayan ziyaretler hacc yerine geçmez. Cihad maksadını taşımayan savaşlar cihad olmadığı gibi böyle savaşlarda ölenler de şehit olamazlar.
Görüldüğü gibi, maksad sadece niyetin konumu hususundan ibaret olan bir husus değildir. Dilde veya amellerde tezahür etmeyen bir durum zaten dünyada bir yargıya tabi olamaz. Bir maksada tabi olmayan söz veya filler de lehte veya aleyhte bir hükme tabi olamazlar. Beşeri sistemler genelde kurucularının veya yöneticilerinin korku ve endişeleri üzerine kuruldukları için çoğu kez insanların maksadına itibar etmeden tecziye yoluna giderler. Bu durum ise fikir ve düşünce hürriyetine hatta insan hayat ve hürriyet haklarının bütününe karşı yapılan saygısızlıktır.
Maksadın insan hayatı ve istikameti ile sıkı bir irtibatı vardır. Esasen bütün akıl sahiplerinde yaratılış gayesi Allah(cc)’a kulluk olduğu için, insanın her hal u kârda “İlahi! Maksadım sensin, Senin rızanı (taleb etmektir) dileğim,” deyip bu şuurla yani rıza-i ilahi istikametinde yaşamak durumunda ve zorundadır. Akl-ı selime gereken de maksadsız durum ve hayattan kurtulup kötü maksatlardan uzak olarak, sadece Allah(cc)’a kulluk maksadıyla yaşamaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.