Kâinat, İnsan ve Siyaset

Kâinat, İnsan ve Siyaset

Kâinatın işleyişi ile insan-insan, insan-toplum ve insan-devlet ilişkilerine yönelik kanun koyucular tarafından tanzim edilen yasalar arasında temsiliyet ve karşılıklı bir etkileşim bahsi açılabilir mi?

Kâinatın işleyişi ile insan-insan, insan-toplum ve insan-devlet ilişkilerine yönelik kanun koyucular tarafından tanzim edilen yasalar arasında temsiliyet ve karşılıklı bir etkileşim bahsi açılabilir mi? İnsanın kâinat içindeki mevkiini, kâinatın insanın varoluşuna kaynaklık ve eşlik ediyor olması bakımından ne’liği ile insan ve kâinat münasebetinde tezahür eden neticenin insan-toplum-devlet ilişkilerinin tesisinde siyasal bir zeminin oluşumuna kapı aralayabilir mi? Şimdi bu gibi sorulara yanıt ararken mezkûr metinde, sırasıyla kâinatın yapısı ve işleyişi, insanın yapısı ve toplumsallığı ile bu iki alanın siyaset kurumu üzerine nasıl bir etkileşim içinde olabileceğine ilişkin kısa kısa fikir teatisinde bulunmaya gayret ettik.

Kâinat, yasalar vasıtasıyla düzenin/işleyişin delalet ettiği ve bu delalet indeksinde varlıkları bütünleyenin tümel sahnesidir, evrensel şemasıdır. Varlık, ana hatlarıyla oluş (kevn) ve bozuluş (fesad) dikotomisinde tezahür eden gerçekliklerin tümleyenidir. Oluş ile bozuluş aynı zamanda kâinattaki düzenin alamet-i farikasıdır. Kâinattaki düzen, değişmeyen ve dolayısıyla da ilelebet yol alan bir şey değildir. Düzenin nesnesi doğal olarak hareket eden, değişen, büyüyen, dönüşen, yeniden ve farklı formlarda var olan ve en nihayette bozulan şeydir. Öyle ki nesne, düzenin bir unsuru ve terkibi olarak belli bir yüzey, derinlik ve hacim ile nicelenirken doğası gereği ise değişen-dönüşen bilumum varyantlarla nitelenir. Ancak kâinattın bileşenlerinin bu gibi görünümlerinin arkasında buna imkân sağlayıp bu şekilde tezahür edilişi, gelişigüzel bir şekilde değil, belli yasalara bağlı olmak koşuluyla gerçekleşir. Yani değişenin ardında ve değişime olanak veren bir yasa vardır. Buna göre kâinatı anlamak yasayı ve yasa koyucuyu bilmekten geçer.

Kâinatın baş döndüren ve küçük âlemi olarak tasvir edilen varlığı, bilinebildiği kadarıyla insandır. Bu anlatıda kâinatı bilmek insanı kavramaktır; insanı idrak etmek ise kâinatı bilmektir. Ya da kâinatı tefekkür etmek bir bakıma insanı düşünmektir; insanı tefekkür etmek ise kâinatı okumaktır. O vakit insan nedir, kimdir? İnsanı tanımlanmak aslında kâinatı tanımlamak kadar güçtür. Yine de insan, eksik bir tanımla, beden/fizik ve ruh/can olmak üzere çifte tabiata sahip olmanın yanı sıra iki tabiattan sadece biri değil, ikisinden terkip üçüncü bir varlıktır, varoluştur. İnsan tabiatının kendini gerçekleştirmesi, kendi varoluşu esprisinin idrakinde olmasının yanında çoğunlukla kendi hemcinslerinin teşkil ettiği toplumsallığın içinde mümkün görülür. Öyle ki insan, tarihsel ve güncel retorikte, çoğu kez sosyo-politik bir varlık olarak nitelenir, tanımlanır. Buna göre insan fıtratı gereği belli bir toplum içinde yaşar ve o toplumun bir üyesi olarak varoluşunu sürdürür, gerçekleştirir. Diğer bir deyişle insan, doğası gereği insan/lar ile münasebet kurar ve bu münasebetlerin ortak kesen ekseninin bir nüvesi olarak toplumsallık tezahür eder.

Toplumsallığın belirgin anlam cihetleri arasında ortak kültür (örf-adet) ve çıkar ile dil, ahlâk, değerler ve düşünce/inanç birliği gibi hususlar öncelenebilir. Öte taraftan toplum olmak, bu gibi hususların mekânda mücessem oluşuna bilfiil olanak verecek şekilde, belli bir coğrafi sınırı ve bu sınırda iş bölümünün yapılması, insan tabiatı ve yetilerine gönderimde bulunmak suretiyle kurumların tesisini ve üretimin organize edilmesi gibi faaliyetleri gerektirir. Toplumda bu gibi faaliyetlerin her birinin bir diğerini berkemâl düzeyde veya doğrultuda işlevler icra edebilmesi için daha üst bir şema lazım gelir. Ki bu şema kanun veya hukuk yoluyla farklı ölçek ve bağlamlarda gerçekleştiren devlettir, siyaset kurumudur, siyasal otoritedir, anayasal sözleşmelerdir.

İnsanın toplum ve devlet ile münasebeti, karşılıklı olarak statik veya tekdüze biçimde gerçekleşmez, dinamik olup zaman ve mekânın idrak ve ameliyesine göre pekâlâ değişebilir, dönüşebilir, bozulabilir ve hatta eksen kaymasına uğrayabilir. Bunun izahı için çağdaş dönemde insan, toplum, devlet idraki ve bilgi birikiminin geldiği seküler düzey ile tarihsel tecrübe ve hafızanın ihata ettiği bilumum (mitolojik, teolojik, metafizik vs.) içerikler arasındaki farklılıklara, değişkenliklere ilişkin ziyadesiyle örnekler ileri sürülebilir. Bununla insan ve dolayısıyla toplum, statik bir beden halinde değil, her türlü ilişki biçimleri, teorik bilme faaliyetleri ve pratik talepleri itibariyle sürekli değişime sahnedir. Zira kâinat, değişime, bozulmaya, dönüşüme ve bilumum varyantlara sahne iken bu sahnenin öznesi olarak kabul edilen insanın birikimi, ben ve toplum tasavvuru ile ilişkiler yumağından neden değişkenlikler hasıl olmasın ki? Ancak kâinata ilişkin manzara hakkında zannederim şu vurguyu da yapmak gerekir; kâinatta her ne kadar çeşitlilik teşkil eden değişimler mevzubahis olsa da Herakleitosçu evren dizgesinde öne çıkarıldığı gibi değişimin değişimine olanak sağlayan ve kendisi değişmeyen bir yasa (logos) vardır. Çağdaş bilimsel kavrayışta da doğadaki değişim varyantları, aynı sebepler aynı neticeleri meydana getirir kaidesi gereğince sebep-sonuç düalitesinde bilimsel yasa ile açıklanır. Burada bilimsel yasaya tevdi edilen anlam dizgesi, ilelebet değişmeyen olmadığı gibi kolayca değişmeye mevzu olan kanunlardan da ibaret değildir.

Eğer bu sahneye ilişkin değerlendirme isabetli ise sorulması gereken esas soru şudur: Siyasal otorite, İnsanın tekil varlığının toplum içinde gerçekleştirebileceği göz önünde bulundurup onun kurumlarla olan münasebetini tanzimine yönelik, kanun veya hukuki normlar nispetinde ne tür referanslarla kurallar tayin edebilir, kanun koyucu olarak yasalar ve sözleşmeler hazırlayabilir? Bilumum çeşitlilikte olan kuralların tayininde, doğanın mükemmel yapısı ve işleyişinde içkin olan yasadan, kanundan hareketle (ancak mekanik ve ruhsuz toplum öneren sosyal Darwinist yaklaşımın acımasız yorumuna hapsetmeden) insanın, toplumun ahlâkî ve mânevî değerlerinin yanı sıra kültürel hafızasını ve pratik taleplerini nazara alınabilir mi?

Öyle görülüyor ki, ahlâkî ve mânevî değerler hariç, insani/toplumsal üretim olan her türlü birikim zamanla her türlü müdahaleye açıktır ve bunlara değişmeyen yasalar hüviyetinde niteliklerin tevdi edilmesi ise gerek kâinattaki değişim indeksi gerekse bu değişimin dinamik bir unsuru olarak insanın-toplumun algı kalıplarından değişim ve beklentileri bakımından sorunludur. Birey-toplum-devlet ilişkilerinin tanziminde ahlâkî ilkeler ile mânevî değerler, doğadaki kolayca ve çabucak değişmeyen yasalar hükmünde telakki edilerek kurucu felsefe olabilir. Zira beşerî insan eden veya toplumu anlamlı kılan saiklerin başında ben idrakinin değer-anlam evreninin çekirdeğini teşkil eden ahlâkî kaideler ile mâneviyat gelir. Bilimsel yasalar, kâinatın anlaşılmasının temel ilkelerini oluşturduğu gibi ahlâkî kaideler ve mânevî değerler de toplumsal sözleşmelerin anayasal metninin omurgasını oluşturabilir. Dolayısıyla anayasal metinlerin inşasında ahlâkî normlar ve çeşitlilik arz eden mânevî değerler hariçte tutmak suretiyle her türlü müdahaleye açık olabileceği gibi bütün dokunulmazlıkların bertaraf edilmesi gerekir.

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.