Kâinatta Cari Kanunun Tahakkuk Etmesi
İnsanlık ailesinin iki gruba bölünerek ayrılması hiç şüphesiz büyük bir talihsizlikti.
İnsanlık ailesinin iki gruba bölünerek ayrılması hiç şüphesiz büyük bir talihsizlikti. Bir an için aile efradımızın birbiri ile fikir ayrılığına düştüğünü, neticesinde birbiri ile kanlı bir kavgaya girdiğini ve en nihayet bölünerek ayrı cephelerde düşman olarak yer aldığını tasavvur edelim. Tahammülü çetin bir tasavvur. Böyle olsa da ilahi meşietin öngördüğü program ve bu programın üzerinde mebni olduğu kanun tecelli edecekti. Ve eşyada cari fıtri kanun artık bu aile için de fiilen yürüklükte olacaktı. Zira kâinatın eczaları arasında bu açıdan bir ayırım ve farklılık söz konusu olamazdı. İlahi irade ‘doğru’ ile ‘yanlış’, ‘iyi’ ile ‘kötü’, ‘güzel’ ile ‘çirkin’in kesinlikle birbirinden belli olmasını, birbirinden ayrılmasını, birbirinden ayrı yerlerde sıfatları görünür, tanınır şekilde durmasını murad etmiştir. Bu durumda ‘hakk’ ile ‘batıl’ın aynı yerde iç içe karışık durması, aynı mekânda aynı aile içinde beraber olması artık tasavvur edilemezdi. İyi kalpli Habil ile kötü kalpli Kabil’e -kardeş olsalar bile- yaptıklarının neticesi olarak yapılacak muamele farklı olmalıydı. İlahi irade böyle tahakkuk etmiştir. Tahakkuk olunan, şu ilahi sünnetti:
“…Bundan sonra benden size bir hidayet geldiğinde, artık kim hidayetime tabi olursa, o takdirde onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olmazlar. O inkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar ateş ehlidirler! Onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.”[1]
Ailenin Parçalanması…/ Davetçiler Kervanı
Zamanın geçmesi, buna paralel insanlık ailesinin çoğalarak genişlemesi aynı zamanda; fikirlerin çatışması, işlerin karışması, karışıklık ve ihtilafların derinleşmesi; ihtirasların kök salması ve bunlara benzer daha pek çok problemin kendini dayatmasına da zemin oluşturdu. Davetçinin nasihatine uymayan aile bireylerinin hal u vaziyeti şimdi daha bir sıkıntılı ve daha bir meşakkatli görünüyordu. Şairin buna uygun düşen şu sözleri dikkate değerdir:
“Sana ulaşması gereken sözü söylüyorum
Sen ya faydalı olan nasihati alırsın ya da sıkıntılı halin devam eder”
İlk davetçi olan babamız Âdem(as)’in ardından, ailesinin bireylerinden her biri birbirinden farklı yollara saptılar. Onun davetine icabet edenler hariç, diğerlerinden “Bazıları güneşe, aya ve yıldızlara tapmaya başladılar. Bazıları ağaç ve nehirleri ilah edindiler. Bazılarına göre rüzgâr, su ve ateş, tanrılarıydı. Yine bazıları hastalık, sağlık ve kudret için çeşitli tanrı ve tanrıçalar bulunduğuna, hepsini memnun etmek için hepsine tapılması gerektiğine inandılar. Kısacası, şirk ve putperestliğin sayısız türleri doğdu, birkaç düzine din ortaya çıktı.”
Bu aile, bebekliği zamanında sahip olduğu masumiyet ve masuniyetini unuttuğu gibi Allah(cc)’ı ve Allah(cc)’ın davetçisinin nasihatlerini de bütün bütün unuttu. Hakikat şu ki, fikir, akide ve amel birlikteliğinin bulunmadığı bir ailede, bir gurupta bir toplulukta ihtilaf ve çatışmaları gözlemlemek, bunlara şahit olmak sıradan bir hadise halini alır. Buna göre, kocamış ve sayısı da bir hayli kabarmış insanlık âleminin, insanlık ailesinin parçalanmışlığını böylesi bir örneğe oturttuğumuz zaman mesele daha iyi anlaşılacaktır.
Burada söz konusu olan parçalanmışlık hali, asıl itibari ile bir kanundur. Bir cezalandırma kanunu. Nasihat ve emirleri dinlememenin doğal bir sonucu… İlahi davanın dellalları olan nurlu davetçilere uyulmadığı zaman, uymayanların bazen de uymayanlarla beraber uymayanlara tepkisiz kalanların da toplu halde karşılaştıkları ve kaçınılması güç bir kanundur. İslam ümmetinin parçalanmışlık halini de bu düstura uyarlamamız gerekecektir. Hatta konumuz ve konumumuz itibariyle buna daha çok dikkat etmemiz gerekecektir. Çünkü insanlık ailesinin şahitlik vasfına sahip bu ümmet, hayır ve adalette ittifak etmediği ve hidayete çağıran davetçileri dinlemediği için bu gün bu sıkıntı ve acıları yaşıyordur.
Fakat Allah(cc) sonsuz merhamet sahibidir. İhtilafları gideren parçaları birleştiren yegâne güçtür. Ye’si, gönderdiği elçilerle reca’ya çeviren ve izni ile insanları düze, doğruya hidayet eden ve lutf ü keremiyle nurlarını önlerine koyandır. Rahmetiyle şimdi, ilk insanlık ailesi için de bunu yapacaktır. Şöyle ki, Allah azze ve celle, kendi davetçilerini dinlemediğinden dolayı parçalanıp çeşitli hiziplere bölünen, bölünmelerle kalmayıp birbirine kanlı kavgalı hasımlar durumuna düşen bu ilk insanlık ailesinin durumunu düze çıkarmak, onları yeniden rahmetinin nuru ile nurlandırıp istikamete sokmak için giden davetçinin / davetçilerin ardından peşi sıra, nurlu davetçiler göndermeye başlar. İnsanlık ailesinin baştaki vaziyeti, içine girdiği durum ve rabbimizin bu büyük hikâyeye ilişkin haber çözüm metinlerinden biri şöyledir;
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri müjdeleyiciler ve korkutucular olarak gönderdi; anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber hak ile kitabı indirdi…” [2]
İlk Davetçilerin Ulvi Vazifesi
Allah’ın, işlerini düzeltsinler diye insanlara gönderdiği peygamberler, bugünkü İslam davetçilerinin yabancısı oldukları bir işi yapmıyorlardı. Bizim bilmediğimiz veya bizim yapamayacağımız ya da sınırlarımızı aşan, zorlayan bir iş de değildi onların yaptıkları. Bilakis onlardan her birinin kendi (yaşadığı) zamanında yaptığı vazife ile İslam davetçisinin bugün yaptığı vazife arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır. Dikkatle incelendiği zaman davetçi, onların çalışmaya yeni başlamalarında, örgütlenme üslup ve metotlarında, hem kendi dava arkadaşlarıyla ve hem de kendileri dışındaki insanlarla olan ilişkilerinde, bunun yanında insanların onların bu davetine karşı gösterdiği müsbet-menfi tepkilerinde kendini, dava arkadaşlarını ve cemaatsel çalışmalarını görecektir.
Allah(cc)’a davet eden bu davetçiler tarihin akışına paralel olarak insanların ayak bastığı, konakladığı, yediği ve içtiği her yere uğradılar. Her memleket ve her insan topluluğu onların davet alanının kapsamında olmuştur. Zaman ve şartlara göre kimisinin gönderildiği topluluk çok, kimisinin az, kimisinin vazife süresi uzun, kimisinin kısa, ama hepsinin insanlık ailesine verdikleri mesaj bir. Farklılık, davetçi olarak içinde görev aldığı toplumun tabiat ve şartlarının farklı oluşuna göre olmuştur sadece.
Uzun, ağır ve zahmetli bir sorumluluğu üstlenmiştir bu davetçiler. Zorlu olaylar, acı hadiseler, tahammülü güç bela ve musibetlerle karşı karşıya kalmışlardı. İnsanların zora düştüğü zaman Allah(cc)’ı hatırlama, Ona yönelme ve dua etme; zordan rahata geçtiği zaman ise Allah(cc)’ı unutma, fırsat, nimet ve ihsanına karşı nankörlük etmek gibi bir özelliği bulunur. İnsanın bu özelliğine temas eden ayetlerden biri şudur:
“De ki! Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır? (O zaman sıkıntıdan kıvranarak) açıkça ve gizlice Ona dua edersiniz. ‘Yemin olsun ki, eğer(Allah) bizi bundan kurtarırsa gerçekten (kendimizi düzelterek) şükredenlerden olacağız (dersiniz). ‘De ki! Sizi ondan ve bütün sıkıntılardan ancak Allah kurtarır. Sonra siz (sözünüzü unutur, yine O’na) şirk koşarsınız.”[3]
Vazife büyük. Vazife, insana Halıkını ve Halıkının bahşettiği nimetleri hatırlatmak ve bu nimetlere karşı Ona şükür ve taatlerini, teslimiyetlerini sağlamaktır. Ne ki insan bu şuur ve idrakte değildir. Allah(cc)’ın hidayet nasip ettiği kimseler hariç, insanların ekseriyeti bu şuursuzluk minvali üzere devam ederler. Oysa insanın yaratılışı, yaradanına ibadet, sahip olduğunu zannettiği nimetler ise şükretmek için kendisine verilmiştir. İşte davetçilerin görevi insan’a nimeti, nimetin asıl sahibini hatırlatıp belirtilen yasalara gönül rızası ile uymalarını telkin etme, bu telkinlere uymadıkları zaman ise elim ve şiddetli bir azabın kendilerini beklediğini bildirmektir. Yarın ahirette, bu isyanlarının ve bu nankörlüklerinin elim azabıyla karşılaştıkları zaman. “Rabbimiz! Bize bir elçi gönderseydin de alçaklığa ve rezilliğe düşmeden önce senin ayetlerine tabi olsaydık”[4] gibi bir bahane ileri sürmesinler diye Allah azze ve celle işte bu nurlu davetçileri göndermiştir. Okuyalım:
“Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, bu peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın. Allah, Aziz (kudreti daima galip)’dir. Hakim (her işi hikmetli olan)’dır.[5]
İnzar Dergisi
[1] Bakara; 38-39
[2] Bakara: 213
[3] En’am: 63-64
[4] Tâ-hâ: 134
[5] Nisa: 164
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.