Kapitalist sistem- Müslümanlar ve vahiy
Prof.Dr: Talip Özdeş: Kapitalist sistem içerisinde yaşamak durumunda olan Müslümanların bir şekilde mal ve zenginlik sahibi oldukları için yola çıktıklarını unutmamaları, devamlı alternatifler üreterek sistemi vahyin öne çıkardığı ahlaki ve hukuki ilkeler
Ramazandan sonra kurbanla, eş, dost, arkadaş, komşu ve akraba ziyaretleriyle iyilik, güzellik vemutluluklar yaşadığımız, mübarek bir bayramı geride bırakırken, tekrar birçok problem ve hastalıklarla malul kaoslu birdünyada yaşamakta olduğumuzun burukluğunu hissediyoruz. Zemininde modernite ve global politikaların yattığı savaşların, iktidar kavgalarının, anarşi ve terörün, ahlakî yozlaşmanın,maddi ve manevi hastalıkların, insan hakları ihlallerinin, cinsel sömürünün, dağılan ailelerin,intiharların, alkol ve uyuşturucu bağımlığının, tüketim çılgınlığının, adaletsizliklerin, işsizlik ve fakirliğin insanlığın ufkunu
kararttığı modern bir dünyada yaşamaktayız. İnsanlık, yaratıcı ama yıkıcı bir medeniyetin zehirli meyvelerini tatmaktadır.
Bugün dünyada yaşananlar, birçok yönlerden Kur’an’ın indirilişinden önceki dünyayı, cahiliye döneminin tablolarını
hatırlatmaktadır. İnsanlık, bir zamanlar dünyaya damgasını vuran İslam medeniyetinin hâkimiyetini kaybetmesinin bedelini yaşamaktadır. İnsan ilişkilerinde paranın ve gücün ilahlaştırıldığı bir yüzyılda, yer ve göklerin gerçek hakimi, Rabbi ve İlahı olarak Allah’ıinanç ve dünya görüşünün merkezine yerleştirecek, kaybedilen değerleri yeniden ikame edecek, adalet, eşitlik ve
özgürlük ilkelerinden hareketle ifrat ve tefrit noktaları arasında savrulan hayatı dengeye oturtacak güçlü bir çağrıya, yeni ve kuşatıcı bir medeniyet projesine; yani İslam medeniyetininihyasına ihtiyaç duyulmaktadır.
Aslında tarih, başlangıcından günümüze kadar tevhit ilkesi adı verilen Allah’ın birliğini, eşsiz ve ortaksız olduğunu, yer ve göklerde O’ndan başka ilah olmadığını esas alan inanç ve düşünce sistemiyle, insanı tanrılaştıran (şirk), egemenliği mutlak anlamda insanda gören inanç ve düşünce sistemleri arasındaki mücadeleye sahne olmaktadır. Bu mücadele günümüzde de bütün şiddeti ile devam etmektedir. Sınırlı kuvvet ve kabiliyetlerin sahibi insanın yetkilerine, çevresine, servet ve şöhretine kibirlenerek kendisini mutlak hüküm sahibi görmesiyle ortaya çıkan insanın tanrılaşma iddiası ve serüveni, farklı çağlarda, farklı coğrafî, kültürel ve sosyal zeminlerde kendisini tekrarlamaktadır.
İslami Duruş İnsanın tanrılaşma iddiasının zulüm ve zorbalığı beraberinde getirmesi tabiatı gereğidir. Tabiatıyla,
kaba kuvvetin, askeri, siyasi ve parasal gücün yegâne değer ve ölçü haline geldiği, kuvvetlinin zayıfı ezdiği bir
ortamda ne evrensel anlamda hukuk ve adaletten ne de eşitlik ve özgürlükten bahsetmek mümkün olabilir. Buna karşılık
tevhit çizgisinin temsilcileri peygamberler, onların sahabeleri ve onları takip eden ahlâk ve hukuk önderleri de insanın
esaretine, kula kulluğa, hukuk tanımazlığa, zulüm ve zorbalığa karşı mücadelede tarihteki onurlu yerlerini almaktadırlar.
Söz konusu mücadelenin özü evrensel; ama onun tarihî, yerel ve kültürel formları evrensel değildir. “Fitne (zulüm ve baskı) tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.1 mealindeki âyet-i kerime doğrudan bu özle bağlantılı olduğu gibi, müminlerden iyiliği emretmelerinin, kötü ve çirkin işleri nehyetmelerinin isteniyor olması da bu özle ilgilidir. Şairin “tek dişi kalmış canavar”
olarak nitelendirdiği kokuşmuşbir medeniyet tasavvurunun, modernite ve globalizmin yıkıcı etkileri karşısında İslamiyet, tevhit inancını esas almasıyla, adalet, eşitlik, özgürlük, paylaşım ve ahlaki değerleri öne çıkarmasıyla, bireysel ve toplumsal hayatı bütün boyutlarıyla kuşatmasıyla insanlığı yaşamakta olduğu medeniyet buhranından kurtarabilecek tek güçlü alternatif
olarak durmaktadır.
İslam dünyası, özellikle Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler karşısında aldığı mağlubiyetlerle dağılma sürecine girmesinden
itibaren bir taraftan fikir, sanat, siyaset, edebiyat, hukuk, iktisat vb. yönlerden Batı medeniyetinin kendisini kuşatmasının etkilerini derinden hissederken, diğer taraftan Batı’ya karşı reaksiyoner tavırlar da geliştirmiştir. Bu tavır alışlarda İslamiyet’in referans alınmasının yanında çoğu defa Batı medeniyetinden ödünç alınan kavramlar, zihniyetler, ideolojik ve politik
yönelimler de etkin hale gelmiştir. Etnik milliyetçiliklerden, sol ideolojilere, liberalizm ve sekülerizme kadar dışarıdan
ithal birçok akımlar bunalımdan çıkışın reçetesi olarak görülmüştür. İslam ülkelerinin ulus devletler halinde olmaları, farklı
mezhebi ve ideolojik mensubiyetlere sahip olmaları, söz konusu mensubiyetlerin siyasetey yansıması, bu ülkelerin Batı karşısında beraber hareket ederek müşterek bir reaksiyon ortaya koyabilmelerinin önündeki en büyük engeli oluşturmuştur.
Her şeye rağmen, İslam ülkelerindeki halkın çoğunluğu, birtakım entelektüeller, düşünce adamları, maneviyat ve toplum önderleri etnik milliyetçiliklerin, dışarıdan ithal fikri ve ideolojik akımların karşısında onlara alternatif olarak İslamiyet’i
referans almaya çalışmışlardır. Çünkü Kuzey Afrika’dan Balkanlara, Türkiye ve Ortadoğu’ya, Arabistan’dan Hindistan ve Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafyada İslamiyet, etnik ve ideolojik kimliklerin ötesinde toplumsal kimliğin en önemli unsurunu oluşturmaktadır. Sonra ortada, inkar edilmesi mümkün olmayan, tarihe damgasını vurmuş büyük bir İslam medeniyeti tecrübesi vardır. Sahip oldukları tarih ve medeniyet şuurundan hareketle İslamî çizgiye mensup fikri hareketlerin Türkiye, Ortadoğu ve İslam coğrafyasında çeşitli isimler altında kendilerini öne çıkarmaları, fikir, siyaset, eğitim ve ekonomi alanlarında etkinliklerini artırarak kendilerine uygun sosyal zeminler oluşturmaları, onları iktidara taşıyacak yolların açılmasına vesile olmuştur. Türkiye’deki iktidar değişiminin zemininde bu gerçeklik yattığı gibi, Arap Baharı’nın zemininde de aynı gerçeklik yatmaktadır.
Reaksiyoner Temayüller
Türkiye ve İslam coğrafyasından İslam ve gelenekle bağlarını devam ettirerek Batı’nın hegemonyasına karşı reaksiyon geliştiren hareketlerin gerek İslam’ı referans alma konusunda ve gerekse başka dünyalarla ilişkiler ve izlenen yöntemler konusunda ele alıp değerlendirmeleri gereken önemli noktalar vardır. Küresel ölçekte politika ve strateji üreten birtakım güç merkezleri ve lobiler tarafından medeniyetler çatışması ve kıyamet senaryolarının yazılıp hayata geçirilmeye çalışıldığı, İslam’ı şiddet ve terörle özdeşleştirip imajını kirletmeye yönelik yanlış bilgilendirme ve yönlendirmelerin olduğu bir dönemde İslam dünyasına mensup ilim adamları ve toplum önderlerinin İslam’a çok iyi derecede vakıf olmaları, değişim ve dönüşüm projelerinde Kur’an’ı merkeze alarak nebevi yöntemi model edinmeleri gerekmektedir.
İslam dünyasında İslamî gayelerle ortaya çıktıklarını iddia eden akımlar ve hareketler açısından İslam’ın referans alınması ve toplumsal dönüşümün sağlanması için izlenmesi gereken yöntem konusunda birbiri ile zıtlık oluşturan iki temayül dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi, nkendilerine Selefi ismi verilen birtakım Müslüman grupların Kur’an’ın nüzul asrını bütün
şartları ve tarihselliği ile birlikte günümüze taşıma temayülü; diğeri ise modern dünyada bir şekilde servet, güç ve iktidar
elde eden İslamî oluşumların modernizmin etkisiyle asli değerlerinden, ilke ve prensiplerinden feragatle kapitalist sisteme ve iktidara entegre olma temayülüdür. Birinci temayülle ilgili olarak Hz. Peygamberi model almak, 7. yüzyılın şartlarını aynen günümüze taşımaya çalışmak, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin,n kültür ve medeniyetler arası ilişkilerin de etkisiyle toplum, kültür, siyaset, ekonomi ve hukuk alanlarında ortaya çıkan yeni durumların ve evrensel gelişmelerin hepsini bidat kabul edip onlara karşı mücadele yürütmek anlamına gelmez. Halbuki Hz. Peygamber’in de işaret buyurduğu gibi hikmet müminin yitiğidir; nerede bulursa onu alır. İslam’ın referans alınması, İnsanlığın akla, araştırmaya ve bilime dayanarak geliştirdiği ortak tecrübeleri doğrudan vahye dayanmadıkları veya helal olduklarına dair açık bir dinî nass bulunmadığı gerekçesiyle bidat olarak damgalayıp reddetmek anlamına gelmez.
Yani, Müslüman toplumların tarihinde 7. yüzyıldan sonra ortaya çıkan bütün bir kültürel mirasın karşısında yer almak, yine başka bir kültür ve medeniyet çerçevesi içerisinde ortaya çıkan olumlu gelişmeleri peşin yargılardan hareketle reddetmek Kur’anî vahyin ve sahih sünnetin insan ve toplumu ıslah yöntemi ile uyumlu gözükmüyor. Böyle bir bakış açısı, dinin anlaşılmasında, tebliğ edilip yaşanmasında aslında doğrudan Kur’an ve sünneti değil de, ilahi vahyin de şekillenmesinde önemli rol oynadığı 7. yüzyılın Hicaz bölgesinin kültür ve geleneğini esas almaktadır. Hâlbuki 610 yılında Kur’an’ın Hz. Peygamber’e indirilmesiyle başlayan nüzul sürecinde ilahi vahiy, cahiliye Arap toplumunu değiştirip dönüştürürken bütün bir gelenek ve kültürü reddetme yoluna gitmemiş, daha önce peygamberler aracılığı ile gönderilen ilahi mesaj ve hükümlerin asıllarını tasdik etmiştir (yani onları tarihsel kabul ederek reddetme yoluna gitmemiştir). Kültür ve geleneğin bir kısmını onaylayarak olduğu gibi bırakmış, bir kısmını tashih sürecinden geçirerek yeniden düzenlemiştir. Bu tashih ve düzenleme süreci geleneği dondurup katılaştırma anlamına gelmez. Yani üzerinde yapılabilecek tasarruflar açısından geleneğin önünü kapatarak hükümlerin uygulanmasındaki esnekliği ve dinamizmi ortadan kaldırmak anlamına gelmez. İslam, gerek cahiliye Arap geleneği içerisinde gerekse Ehl-i Kitap’ın (Yahudi ve Hıristiyanların) din anlayışı, âdet, gelenek ve uygulamaları ile ilgili olarak tevhit ilkesiyle, İslam’ın ahlaki- hukuki norm ve değerleri ile bağdaşması mümkün olmayan gelenek ve uygulamaları ise tasfiye etme yönüne gitmiştir.
Yine yukarıda izah edilen temayüle zıt bir kutup oluşturacak şekilde modernitenin esas alınarak ilahi vahyin izafi konuma
yerleştirilmesi, Kur’an’a ve sahih sünnete dayalı hükümlerin sadece Kur’an’ın nüzul asrıyla sınırlı tarihsel hükümler olduğu, halbuki her şeyin değişmekte olduğu iddiası ile devre dışı bırakılmaya çalışılması (ikinci temayül) da bir hayli problemli gözükmektedir. Böyle bir yaklaşım, Kur’an’ın evrensel mahiyeti le ters düşmektedir. Beşeriyetin hayatında çok şeylerin değişmekte olduğu bir vakıadır. Ancak insan ve toplum fıtratı ile ilgili olarak değişmeyen, devamlılık arz eden sabiteler de vardır. Örneğin insanoğlunun karşı cinse olan temayülünde bir değişim söz konusu değildir. Yine onun mal biriktirmeye, servet yığmaya, iktidara, saltanat oluşturmaya olan eğilimlerinde de bir değişme söz konusu değildir: “İnsanlara kadınlardan, oğullardan, yüklerce yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere (şehvetlere) aşırı düşkünlük süslü (câzip) gösterildi. Bunlar, sadece dünya hayatının geçici menfaatleridir. Asıl varılacak güzel yer, Allâh’ın yanındadır. Adına faiz veya başka ne denirse densin, tefeciliğin yedinci yüzyıldaki uygulamaları ile günümüzdeki uygulamaları şekil ve kullanılan teknikler yönünden birbirinden farklı olsa da, rantçılığın özünde ve mahiyetinde bir değişim söz konusu değildir. Yine kadın cinselliğinin teşhir edilmesindeki yöntem ve modalar değişebilir. Ancak, geçmişte kadın cinselliğinin meta haline getirilip istismar edilmesiyle söz konusu cinselliğin günümüzde modern kapitalizmin tüketim nesnesi haline dönüştürülmesi arasında mahiyet olarak bir farklılık söz konusu değildir. Müslümanlar dünya hayatının geçici menfaat ve nimetleriyle geçmişte nasıl imtihan ediliyorlarsa, günümüzde de aynı şekilde imtihan edilmektedirler.
Günümüzün gelişen şartları içerisinde İslam’ı referans alarak yola çıkan hareketler (gruplar, cemaatler, siyasi oluşumlar)
bir şekilde cinsellikle, mal ve servetle, mevki, makam ve iktidarla imtihan edilmektedirler. Bu imtihanın kolay olduğu söylenemez. Dünya hayatının nimetlerine hakim olmakla onlara mahkum olmak aynı şeyler değildir. Modernitenin oluşturduğu
kapitalist sistem içerisinde yaşamak durumunda olan Müslümanların bir şekilde mal ve zenginlik sahibi olduklarında niçin yola çıktıklarını unutmamaları, devamlı alternatifler üreterek sistemi vahyin öne çıkardığı ahlaki ve hukuki ilkeler doğrultusunda dönüştürmeye çalışmaları gerekmektedir. Bunun yolu, kapitalist sistemin getirdiği mekanizmave menfaatlerin başına “İslamî” kelimesini ekleyerek burjuvalaşmak, cemaatleşmenin sağladığı imkanlarla holdingleşerek çıkar şirketlerine dönüşmek; zenginleşmeyi ve sermaye biriktirmeyi amaç edinerek bir şekilde Protestanlaşmak değildir. Yine iktidara hakim olmakla üzerinde yürünülmesi gereken ilke ve prensiplerin terk edilmesiyle iktidara entegre olup onunla bütünleşmek de aynı şeyler değildir. Sistem içerisinde elde edilen sermaye ve siyasi güç, Müslümanlar için kuvvet olduğu kadar, aslî amaç ve ilkelerden sapıldığında yıkıma neden olabilecek zaaflara da neden olabilir. Müslüman’ın servet, kadın ve iktidarla imtihanı çetin bir iştir.(Prof.Dr: Talip Özdeş-Sivil Düşünce Enstitüsü uzmanı)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.