Kardeşler, kardeş oldu mu?

Bu aralar bizim ufaklar hır-gır ettikleri her seferinde, hesaplarını almaya, başlıkta ifadesini bulan sözlerle başlarım: Kardeşler, kardeş oldu mu? Tabi, başta büyüğü olmak üzere başları öne eğiliyor. Başta büyüğü dedim, zira  “Dünyada Kardeşlik” başlığıyla geçenlerde bir yazı yazmıştı. Yazısında kardeşliğin çok dillendirilmesine karşın sahada yok olduğunu söyleyip bundan ciddi manada yakınıyordu. Ama acaba kardeşlik denince sadece onların mı başları öne düşüyor. Bizim ki çok mu dik?

Biliyorsunuz, bu köşede genel mevzulara girmeden olabildiğince özel konuşuyor,  kısacası “zat”ı irdeliyoruz. Konu kişi, kişi de kusurlarla mücehhez olduğundan, tabii olarak hepimiz iğneleniyoruz.

Aslında kardeşler kardeş oldu mu, derken kastım bütün akrabalık ve dostluk bağlarıdır. Babalar baba, amcalar amca, dayılar dayı, halalar hala, yeğenler yeğen ve bilumum diğerleri; yani hepimiz isimlerimizle müsemma olduk mu, demek istediğim. Zira hayat denen bu komplike yapıda kendi kişisel adanıza çekilemezsiniz. Ha, çekildiğinizi düşünelim… Orada yalnızlığın, dostsuzluğun, birileriyle konuşup dertleşememenin, birilerine gidip gelememenin; kısacası insan sıcaklığını hissedememekten soğuktan donar, insan kokusunu teneffüs edememekten boğmacaya tutulur, ölürsünüz. Evet; iş, eş, aş insanın olmazsa olmazlarıdır, ama yine de onları her şey yapamazsınız! Bunlar neyime yetmez, deyip onunla yetinenin duyguları cevapsız; cenazesi ağlayansız, dahası ortalıkta kalır.

Alın size işte batı dünyası… İstatistikler, Avrupalı insanın büyük bir kısmının tek başına öldüğünü söylüyor. Ya bir dar-ül acezede ya bir bakım evinde ya da cenazesi çok sonra fark edilen kendi evinde… Zira batı tarihi ve medeniyeti bütün unsurlarıyla bir bireyselleşme hikâyesidir. Toplumu önceleyen sosyalistleri dahi son tahlilde bu bireyselleşme ateşine odun olmaktan kurtulamamışlardır. Batı'nın edebiyatı, sanatı, felsefesi, hukuku ve diğer bütün müştemilatı hep bireyi tanrılaştırma gayretinde olmuştur. Ama yalancı rabbin son yolculuğundan da anlaşıldığı gibi bir rab-ı zelil, rab-ı aciz…

Avrupa'nın uzun tarihi sürecinde “ben” dersleriyle büyüyen kişi, bencilleşmiş; anne, baba ve kardeşleri de olmak üzere artık hiç kimseyi düşünemez olmuştur.  Tabi, bu arada kendisi de düşünülemez duruma düştüğünden toplumda yalnızlaşmıştır. Bu sebeple başta aile olmak üzere sosyal kurumların bir taraftan insana güven hissi veren, diğer taraftan oluşturduğu sevgi bağı ile, insanın içini ısıtan sımsıcak havasından mahrum kalmıştır. Batı toplumunda insan kendini evlat hissetmiyor; insan, kendini anne baba veya kardeş olarak hissetmiyor. Amca, dayı, teyze, dayı, dede ve nineden hiç bahsetmiyorum bile.

Şunu da belirtmekte bir luzumiyet vardır: Her yazıda belki de vicdanımızı rahatlatmak için, işin kolayına kaçıp Avrupa'yı şamar oğlanına çevirsek de maalesef, yukarıdaki başlığın ters bakışları hepimizin gözlerinin içinedir. Bu yüzden bizler de zor durumda kalan herkesin yaptığı gibi mecburen bakışlarımızı ondan kaçırmak durumunda kalıyoruz. İğneye geçmeden önceki çuvaldız safhasında; telefon açmadığımız arkadaşlarımız, ziyaretine gitmediğimiz dostlarımız ve akrabalarımızın suçlayıcı manevi bakışları altında eziliyor, mecburen başımız öne düşüyor. Evet, suçluyum, suçluyuz… Suçluluk psikolojisi kesinlikle berbatın en berbat bir psikolojisi. O yok edilmeden, saadetin bütün gerekleri gerçekleşip elbirliği etseler de saadetten yana bir şey vücuda getiremezler.

Unutmayalım ki, koltuğuna, kanepesine ya da minderine oturup  ellerini başının arkasından birleştirdikten sonra gerinip dört başı mamur bir “Ohhh!” çekmenin olmazsa olmaz şartı, önce bu psikolojiden kurtulmaktır.

Dostlarım bu yazıyı, kendilerine olan vefa borcumun peşinatı saysınlar, inşallah onların dualarıyla borçlu kalmamaya çalışacağız.

Sait BURAK

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.