Katoliklik moderniteyi aşabilir mi?
Daha önceki yazılarımızda Katolik Kilisesi’nin moderniteye karşı 1965 Konsülü ile teolojik bir hamle yaptığına, 16. Benedickt’in papa seçilmesinin bu yönde beklenti içinde olan Hıristiyanlarda ciddi umutlar doğurduğuna işaret etmiştik.
Daha önceki yazılarımızda Katolik Kilisesi’nin moderniteye karşı 1965 Konsülü ile teolojik bir hamle yaptığına, 16. Benedickt’in papa seçilmesinin bu yönde beklenti içinde olan Hıristiyanlarda ciddi umutlar doğurduğuna işaret etmiştik. 16. Benedict’le Katolik kilisesi, daha önceki zamanlardaki gibi kendini yetersiz görmüyor; Hıristiyan alemine yeni bir motivasyon kazandırabileceği umudunu taşıyordu. Katoliklik lojistik destek alabilirdi ama modernite karşısında artık yetersiz değildir. Cevabı merak edilen soru şuydu: Katoliklik kiminle ittifaklar kuracak, kimleri dışarıda bırakacaktı? Söz konusu ittifak ve dışarı bırakma konspetleri Katolikliği ve daha geneldi “din”imodernite karşısında güçlü kılabilecek miydi?
16. Benedict papa seçilince ilk yaptığı işlerden birinin, kendisinden önceki papanın devam ettirdiği dinler arası seksiyonunu dağıtması dikkat çekiciydi. Papa, “Diyalog bölümü”nü Vatikan Devleti’nin Kültür Bakanlığı’nın alt seksiyonu haline getirdi. “Dinler arası diyalog” çerçevesinde doktora ve mastır yapan öğrencilerin burslarını iptal etti. Bir önceki papa farklıydı. Kur’an’ı öpmüş, Mescidi Aksa’ya gitmiş, Müslümanların inançlarını yüceltmişti. Yeni Papa Ratzinger onun gibi değildi; İslamiyet’i ve Katolikliğin dışındaki dinleri “kültür seviyesi”ne indirgemekle işe başladı. (Yazık ki nice Müslüman aydın İslamiyet’i bir kültür ve medeniyet seviyesine indirmeye can atıyor, bu ayrı bir fasıl.) Buna göre dinleri Katoliklik ve Ortodoksluk; kültürleri de İslamiyet, Yahudilik ve diğer dinler temsil etmiş oluyordu. Katoliklik ve Ortodoksluk diğer dinlerle dialog kurabilirdi, ama bu işlem “iki din” arasında değil, “din ile kültür” arasında sürecekti.
Gelişmeleri yakından takip edenler şunu soruyordu:
Acaba Katoliklik, Ortodoksluğu yanına mı, yoksa kanatları altına mı almaya çalışıyordu? Hıristiyanlığın iki esaslı mezhebi arasındaki yakınlaşmanın ilk adımları 1962–1965 deklarasyonlarında atılmıştı. Katoliklik, tarihsel husumet ve karşılıklı aforozları ortadan kaldırdı. Yeni duruma göre, her bir mezhep özerk olacak; Ortodokslar Ortodoks, Katolikler Katolik olarak dini hayatlarına ve faaliyetlerine devam edeceklerdi. Belki de bir adım sonrasında da -şu anda oraya mı gelmiş bulunuyoruz?- iki kilisenin birleşmesi konuşulmaya başlanmasına sıra gelecekti. Tabii ki bu birkaç açıdan ciddi bir gelişmeydi:
a) 2000 yıllık Hıristiyan ilahiyatında bu yeni bir teşebbüse işaret etmektedir.
b) İslam âlemini ve Türkiye’yi yakından ilgilendiriyordu, çünkü herhalükarda bunun siyasi birtakım sonuçları ve anlamı olacaktı.
c) İki Hıristiyan mezhebi sıkı diyalog kurduğunda, hatta birleştiğinde moderniteye meydan okuyabilecekler miydi? Daha modernite sorununu doğru dürüst çözümleyememiş Katoliklik ve Ortadoksluk, postmodern zamanlar için ne gibi teolojik, felsefi ve somut düşüncelere sahiptiler? Hiç kuşkusuz üçüncü şıktaki sorun İslamiyet için de geçerlidir.
Zihinleri meşgul eden başka soru şuydu: Bu iki mezhebin yakınlaşması tabii ki mümkün, ama acaba birleşmesi mümkün müydü? Ve ilgisiz görünse de, acaba İslam dünyası derin bir mezhep çatışması içine sürüklenirken, geçmişte Kıta Avrupası’nın yaşadığı trajik tarihi mi tekrar edecek, buna mukabil Hıristiyan alemi bir birliğe doğru mu evrilecek?
Meselenin tahmin ettiğimizden derin boyutları var. Kişisel olarak, bütün Hıristiyan tarihini, İncillerde yer alan bir cümlenin açılımı olarak görüyorum. Herkesin bildiği o meşhur cümle şudur: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin.” 2000 yıllık Hıristiyanlık tarihi, Hegelyen bir dil kullanmak icap ederse, bu cümlenin bir açılımı hükmündedir. Buna göre:
1) Bir yerde eğer Tanrı Sezar’a hâkim ise orada din, devlet üzerinde faik bir noktada bulunuyor demektir. Ruhani iktidar yani ruhban sınıfı (din adamları), cismani iktidar, yani devlet yöneticileri, laikler üzerinde üstünlük sahibidir. İşte bu “teokrasi” ile kiliseyi devlet, nizami din adamları sınıfını (ruhban) lakiler üzerinde üstün tutan Katoliklik bu çerçevede teşekkül etmiştir.
2) Bir yerde eğer Sezar Tanrı’nın üzerinde hükümran ise, orada kilise devletin koruyucu kanatları altındadır. Patrik Sezar’a bağlı olup ondan ayrı özerk veya bağımsız değildir. Bu tecrübeye Ortodoksluk diyoruz ki tarihsel olarak “Bizantizim” buna dayanır. Bizantinizm’e göre devlet kilisenin resmi din görüşünü esas alıp korur, buna mukabil din adamları ve kilise devlet politikalarına destek verir.
3) Bir yerde eğer Tanrı ile Sezar birbirinden ayrılmışsa, kilise ve devlet iki ayrı gerçeklik olarak birbirinden ayrılmış, böylelikle “laiklik” ortaya çıkmış demektir. Protestanlık tecrübesi ve modeli bu çerçevede teşekkül etmiş bulunmaktadır. 1905 yasası Fransa’da bunu hukuki olarak tescil ettirmiştir.
Bu açıdan bakıldığında iki ana Hıristiyan mezhebi arasında hem teolojik temel farklılık varhem siyasi ve tarihi modelleri tamamen birbirinden farklı mecralarda gelişmiştir. Söz konusu tarihi geleneği bir anda ortadan kaldırmak kolay mı? Zor veya kolay, neticede iki mezhebin müntesipleri bir irade beyanında bulunuyorlarsa bu önemlidir. Kaldı ki Katoliklik açısından kolaylaştırıcı sebepler de yok değil. Hıristiyanlığın önemli özelliklerinden biri, “Tanrı adına konuşma” yetkisinin en yüksek düzeydeki din adamına verilmiş olmasıdır. Papa vasfını Tanrı adına konuşma yetkisine sahip olmaktan alı; din adına konuşabilir, duruma göre amentü’yü dahi değiştirebilir. Oysa İslamiyet’te Allah adına konuşma yetkisi hiç kimseye verilmiş değildir. Hz. Peygamber dahi Allah adına konuşamaz. Hatta mealen: “Eğer sana vahyettiklerimizin dışında bir şey söyleyecek veya vahyi değiştirecek olursan, seni şah damarından yakalarız” deniliyor. Resulullah, ona ne tebliğ edildiyse, Cebrail vahiy olarak ona ne getirdiyse bize onu tebliğ etti ve nasıl yaşanacağını gösterdi. Peygamberin vahye ilavelerde veya eksiltmelerde bulunmaya yetkisi yoktur.
Burada önemli olan Katolik kilisenin bu yönde bir irade beyanında bulunup dikkate alınması gereken bir adım atmış olmasıdır. Nihayetinde yakın tarihteki büyük kavga, Katolikliğe karşı verilmiştir. Bu kavgada Katoliklik modernite tarafından mağdur olmuş, büyük darbeyi Katoliklik almıştır.
Katoliklik moderniteyi aşabilir mi?
Daha önceki yazılarımızda Katolik Kilisesi’nin moderniteye karşı 1965 Konsülü ile teolojik bir hamle yaptığına, 16. Benedickt’in papa seçilmesinin bu yönde beklenti içinde olan Hıristiyanlarda ciddi umutlar doğurduğuna işaret etmiştik. 16. Benedict’le Katolik kilisesi, daha önceki zamanlardaki gibi kendini yetersiz görmüyor; Hıristiyan alemine yeni bir motivasyon kazandırabileceği umudunu taşıyordu. Katoliklik lojistik destek alabilirdi ama modernite karşısında artık yetersiz değildir. Cevabı merak edilen soru şuydu: Katoliklik kiminle ittifaklar kuracak, kimleri dışarıda bırakacaktı? Söz konusu ittifak ve dışarı bırakma konspetleri Katolikliği ve daha geneldi “din”imodernite karşısında güçlü kılabilecek miydi?
16. Benedict papa seçilince ilk yaptığı işlerden birinin, kendisinden önceki papanın devam ettirdiği dinler arası seksiyonunu dağıtması dikkat çekiciydi. Papa, “Diyalog bölümü”nü Vatikan Devleti’nin Kültür Bakanlığı’nın alt seksiyonu haline getirdi. “Dinler arası diyalog” çerçevesinde doktora ve mastır yapan öğrencilerin burslarını iptal etti. Bir önceki papa farklıydı. Kur’an’ı öpmüş, Mescidi Aksa’ya gitmiş, Müslümanların inançlarını yüceltmişti. Yeni Papa Ratzinger onun gibi değildi; İslamiyet’i ve Katolikliğin dışındaki dinleri “kültür seviyesi”ne indirgemekle işe başladı. (Yazık ki nice Müslüman aydın İslamiyet’i bir kültür ve medeniyet seviyesine indirmeye can atıyor, bu ayrı bir fasıl.) Buna göre dinleri Katoliklik ve Ortodoksluk; kültürleri de İslamiyet, Yahudilik ve diğer dinler temsil etmiş oluyordu. Katoliklik ve Ortodoksluk diğer dinlerle dialog kurabilirdi, ama bu işlem “iki din” arasında değil, “din ile kültür” arasında sürecekti.
Gelişmeleri yakından takip edenler şunu soruyordu:
Acaba Katoliklik, Ortodoksluğu yanına mı, yoksa kanatları altına mı almaya çalışıyordu? Hıristiyanlığın iki esaslı mezhebi arasındaki yakınlaşmanın ilk adımları 1962–1965 deklarasyonlarında atılmıştı. Katoliklik, tarihsel husumet ve karşılıklı aforozları ortadan kaldırdı. Yeni duruma göre, her bir mezhep özerk olacak; Ortodokslar Ortodoks, Katolikler Katolik olarak dini hayatlarına ve faaliyetlerine devam edeceklerdi. Belki de bir adım sonrasında da -şu anda oraya mı gelmiş bulunuyoruz?- iki kilisenin birleşmesi konuşulmaya başlanmasına sıra gelecekti. Tabii ki bu birkaç açıdan ciddi bir gelişmeydi:
a)2000 yıllık Hıristiyan ilahiyatında bu yeni bir teşebbüse işaret etmektedir.
b) İslam âlemini ve Türkiye’yi yakından ilgilendiriyordu, çünkü herhalükarda bunun siyasi birtakım sonuçları ve anlamı olacaktı.
c) İki Hıristiyan mezhebi sıkı diyalog kurduğunda, hatta birleştiğinde moderniteye meydan okuyabilecekler miydi? Daha modernite sorununu doğru dürüst çözümleyememiş Katoliklik ve Ortadoksluk, postmodern zamanlar için ne gibi teolojik, felsefi ve somut düşüncelere sahiptiler? Hiç kuşkusuz üçüncü şıktaki sorun İslamiyet için de geçerlidir.
Zihinleri meşgul eden başka soru şuydu: Bu iki mezhebin yakınlaşması tabii ki mümkün, ama acaba birleşmesi mümkün müydü? Ve ilgisiz görünse de, acaba İslam dünyası derin bir mezhep çatışması içine sürüklenirken, geçmişte Kıta Avrupası’nın yaşadığı trajik tarihi mi tekrar edecek, buna mukabil Hıristiyan alemi bir birliğe doğru mu evrilecek?
Meselenin tahmin ettiğimizden derin boyutları var. Kişisel olarak, bütün Hıristiyan tarihini, İncillerde yer alan bir cümlenin açılımı olarak görüyorum. Herkesin bildiği o meşhur cümle şudur: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin.” 2000 yıllık Hıristiyanlık tarihi, Hegelyen bir dil kullanmak icap ederse, bu cümlenin bir açılımı hükmündedir. Buna göre:
1) Bir yerde eğer Tanrı Sezar’a hâkim ise orada din, devlet üzerinde faik bir noktada bulunuyor demektir. Ruhani iktidar yani ruhban sınıfı (din adamları), cismani iktidar, yani devlet yöneticileri, laikler üzerinde üstünlük sahibidir. İşte bu “teokrasi” ile kiliseyi devlet, nizami din adamları sınıfını (ruhban) lakiler üzerinde üstün tutan Katoliklik bu çerçevede teşekkül etmiştir.
2) Bir yerde eğer Sezar Tanrı’nın üzerinde hükümran ise, orada kilise devletin koruyucu kanatları altındadır. Patrik Sezar’a bağlı olup ondan ayrı özerk veya bağımsız değildir. Bu tecrübeye Ortodoksluk diyoruz ki tarihsel olarak “Bizantizim” buna dayanır. Bizantinizm’e göre devlet kilisenin resmi din görüşünü esas alıp korur, buna mukabil din adamları ve kilise devlet politikalarına destek verir.
3) Bir yerde eğer Tanrı ile Sezar birbirinden ayrılmışsa, kilise ve devlet iki ayrı gerçeklik olarak birbirinden ayrılmış, böylelikle “laiklik” ortaya çıkmış demektir. Protestanlık tecrübesi ve modeli bu çerçevede teşekkül etmiş bulunmaktadır. 1905 yasası Fransa’da bunu hukuki olarak tescil ettirmiştir.
Bu açıdan bakıldığında iki ana Hıristiyan mezhebi arasında hem teolojik temel farklılık varhem siyasi ve tarihi modelleri tamamen birbirinden farklı mecralarda gelişmiştir. Söz konusu tarihi geleneği bir anda ortadan kaldırmak kolay mı? Zor veya kolay, neticede iki mezhebin müntesipleri bir irade beyanında bulunuyorlarsa bu önemlidir. Kaldı ki Katoliklik açısından kolaylaştırıcı sebepler de yok değil. Hıristiyanlığın önemli özelliklerinden biri, “Tanrı adına konuşma” yetkisinin en yüksek düzeydeki din adamına verilmiş olmasıdır. Papa vasfını Tanrı adına konuşma yetkisine sahip olmaktan alı; din adına konuşabilir, duruma göre amentü’yü dahi değiştirebilir. Oysa İslamiyet’te Allah adına konuşma yetkisi hiç kimseye verilmiş değildir. Hz. Peygamber dahi Allah adına konuşamaz. Hatta mealen: “Eğer sana vahyettiklerimizin dışında bir şey söyleyecek veya vahyi değiştirecek olursan, seni şah damarından yakalarız” deniliyor. Resulullah, ona ne tebliğ edildiyse, Cebrail vahiy olarak ona ne getirdiyse bize onu tebliğ etti ve nasıl yaşanacağını gösterdi. Peygamberin vahye ilavelerde veya eksiltmelerde bulunmaya yetkisi yoktur.
Burada önemli olan Katolik kilisenin bu yönde bir irade beyanında bulunup dikkate alınması gereken bir adım atmış olmasıdır. Nihayetinde yakın tarihteki büyük kavga, Katolikliğe karşı verilmiştir. Bu kavgada Katoliklik modernite tarafından mağdur olmuş, büyük darbeyi Katoliklik almıştır.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=yazarHaber&ArticleID=19340
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.