Kemal Sunal Fenomeni (2)
Türkiye toplumunun derin psikolojik tabakalarında hala varlığını koruyan ezilmişliğin ne kadar açığa vurulursa ve hırpalanırsa o kadar mazoşist bir rahatlamaya yol açtığının Kemal Sunal filmleri bize açıkça göstermektedir.
Sosyal psikoloji ve siyaset açısından
Türkiye toplumunun derin psikolojik tabakalarında hala varlığını koruyan ezilmişliğin ne kadar açığa vurulursa ve hırpalanırsa o kadar mazoşist bir rahatlamaya yol açtığının Kemal Sunal filmleri bize açıkça göstermektedir. Sistemin kenarında veya çarkın en sıkışık yerinde olan geniş kitleler aslında kendi ontolojik ve sosyo-politik yetersizliklerine bakıp kendilerini lanetlemektedirler. Daha güçlü ve avantajlı konumda olan hegemonik güç, onların bu patalojik yanlarını örs üzerinde dövdükçe sanki tuhaf bir rahatlama hissine kapılmaktadırlar. “Kendine özgü bir din yorumu” olan Yaşar Nuri Öztürk’ün 1994’ten sonra kullandığı dil, söylem ve retorik bunun bir başka örneğidir. Y. Nuri Öztürk, muhatabını azarladıkça konumunu güçlendirmekte, karşısındaki biraz daha büzülüp kendi içine kapanmaktadır. Y. Nuri Öztürk, bilgisizlik ve günahla teşekkül eden ezilmişliği ve korkutmayı öne çıkaran “geleneksel vaaz” unsurunu ve “azarlayan vaiz” tiplemesini modernize edip kullanmaktadır. Kemal Sunal’ın zayıf tarafları örs üzerinde dövülenler genellikle toplumsal sistemin kenarında olanlardır; Y. Nuri Öztürk zaman zaman bunu “kültürleşmiş ve ekonomik gelir düzeyi yüksek kesimler”e de uygalayabilmektedir..
Bu önemli toplumsal fenomenimizi başka alanlarda da gözlememiz mümkün. Sözgelimi arabesk ve pop müzik –özellikle müziği bırakıp sinema yönetmenliğine geçmeden önceki Mahsun Kırmızıgül ve Sezen Aksu- bu türden analizleri yapılabileceğimiz, “kendimize ayna tutabileceğimiz” verimli kaynaklardır.
Kemal Sunal filmleri üzerinden geldiği noktada siyasetin demokratik yeni doğasını anlamaya çalışmak ilginç olabilir. Kemal Sunal’ın retoriğinde ve rakiplerine karşı mukavemet gösterdiğinde öne çıkan iki özelliği var: İlki gündelik hayatında kullandığı dil en fazla 300-400 kelime arasında –veya daha az- gidip gelmektedir. Dağarcığından düşünceyi ve zihni derinliği ihtiva etmeye yarayan tek bir kavram sadır olmaz. Bağrış çağrışları ve küfürleri arasında bir kavram geçecek olsa bu kesinlikle tesadüfidir, savruk olarak cümledeki yer almıştır.
Recep İvedik, Kemal Sunal’ın çok daha kaba, doğrudan, aşırılaştırılmış tiplemesidir. Her ikisinin de kalpleri tertemiz, iyi niyetlerinden geçilmeyen “saf Anadolu cocukları”dır, fakat düşünce eblehleridir, meramlarını ifade edemezler. Kabalıkları neredeyse insanın “doğa durumu”ndan kalma güçlü bir kalıtım eseri olarak devam etmektedir. Mesel şu ki, onların küfür ve sövgülerinin altında yatan saf cevheri yakalamaktır. Bu öyle bir cevher ki ancak berbat, kirli, pis bir kabta korunabilmektedir. Filmler her iki tipleme üzerinden gerçekte bu halkı aşağılamakta, yerli-popüler oryantalist resimler çizmektedirler.
Aslında bu genel seyirci kitlenin tam da gündelik hayatında kullandığı kelime sayısına denk düşer. Kelimelerle ve kavramlarla –elbette mantıki bir düzen ve tutarlılık içinde- meramını ifade edemeyen insan bizzarure “beden dili”ne başvuracaktır. El kol hareketleri, göğsün öne çıkması, omuzların yana düşmesi, kafa sallamalar vs. sözsel ifadenin yerini alır, retoriği bedene havale eder.
Medyanın domine ettiği küresel çağda demokratik siyasetin başarısı beden dilini ustalıkla kullananların avantajının ödülü olur. Bunun yakın zamanda somut örneklerini çokça müşahede ettik. Demokratik siyasetin aksamadan sürdüğü ABD’de iki dönem Amerika’yı ‘başarı’yla yöneten George W. Bush bunun tipik örneği oldu. 38 yaşına kadar hayatı eğlence ve alkol alemine sarkarak geçiren Bush’tan, mesleğinde en iyi olan uzmanların yeni imaj üretimi sonucunda bir ABD Başkanı çıktı. Başkan Bush’tan istenen her konuyu derinlemesine anlaması değil, derin Amerika’nın (WASP ve lobilerin) önüne koyduğu metni başarıyla okuması, kitlelerle beden dili üzerinden iletişim kurmasıdır. Bush ve başka örneklerin peşepeşe gelen başarılarından anlıyoruz ki, demokratik mücadelede derinlemesine ülkelerinin veya dünyanın sorunlarına nüfuz eden siyasetçilerin başarı şansı yoktur. Kitleler onları anlayamıyorlar, anlamak için de kafa yormuyorlar.
Kemal Sunal her seferinde ölümcül badireleri şans eseri talihi sayesinde atlatıp filmi başarıyla tamamlıyor, arkasında derin güçler yok. “Saf Anadolu çocuğu” tiplemesi onu satın almak isteyen kötü güçlerden uzak tutuyor. Ancak siyasette öyle olmuyor, onun beden dilini siyasette kullanıp kitleleri peşlerinden sürükleyenler, küresel ekonomik, askeri ve politik gerçek iktidarları başarıyla perdeleyebiliyorlar. Aristo demokrasileri demogojinin yozlaştırdığını söylüyorda, Kemal Sunallar siyasete büyük umutlar bağlayan yoksul ve yoksun kitleleri demokrasi narkozuyla uyutuyorlar.
Kemal Sunal’ın kötülere karşı mücadele ederken kullandığı ikinci yöntem “diklenmek” ama tehlike vukuunda “dik durmayıp sıvışmak”tır. Sürekli bağırır, söver ama fiiliyatta bir şey yaptığı yok, çoğu zaman “kim bu katil timsahın olduğu havuza beni attı” şaşkınlığıyla çıkış yolu ararken şans ve talih ona yardım eder. Demokratik siyasette ve özellikle siyasetin en muhataralı alanı olan bölgesel ve uluslar arası ilişkilerde diklenip bir şey yapmamak aslında pek de puan kaybettirici değildir, çünkü esasında “padişahın dini üzere yaşayan halk” da lafla kabadayılığın ötesine geçilmesini istemez. Bu demokratik siyasette lider-kitle ilişkisi tencere kapak hikayesidir. Kemal Sunal profilindeki siyasetçi ile seyircisi birbirlerinden memnundurlar. Kitleler asgari 20 kez seyretmedikçe kendilerini Kemal Sunal filmi seyretmiş sayılmazlar. Bu yüzden şimdi bizim muhafazakar kanallarımız kitlelere durmadan Kemal Sunal filmi seyrettiriyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.