Küllerinden doğan şair: Feqiyê Teyran
Stefan Zweig, sanatın sadece ontolojisine değil epistemolojisine de dair bir saptamasını ileri sürerken, 'sanatın Tanrı katında saklı durduğunu, sanatçının ısrarıyla oradan talihi kadarını kaptığını' söyler.
Mehmet Öztunç*
Benzer bir saptamayı Paul Valery de ileri sürer: "İlk dize Tanrı vergisidir, diğeri şairin kendi çabasıdır." Nereden bakılırsa bakılsın, dünyevî kodların imkânları ile eyleyen sanatçı, esas sanat ve sanatçı ile bir gerilim yaşar. Çünkü sanatı, asıl sanatkâra vermekle, kendisine temellük etmek arasında bir tercih yapmak durumundadır. Doğu sanatı, dünyanın asıl güzellik yurdu cennetin eksik bir inşası olduğunu kabul ederek, kendi sanatının da zaaflar barındırdığını kabul eder. Seksen yıla yakın komünist deneyime rağmen Türkmenistan'da en usta halıcılar bile kasıtlı olarak bir ilmek kaçırırlar; sorduğunuzda da 'kusursuz sanatın Allah katında' olduğunu söylerler.
Sanata ilişkin bu girişi Doğu sanatını konuşurken bir anahtar işlevi görmesini istediğim için anlattım. Hz. Musa'ya, Tur-i Sina'ya, telmihlerde bulunan ve 'ben onların remizlerine yakınım' diyen Kürt irfani geleneğinin en önemli şairlerinden Feqiyê Teyran (Kuşların Öğrencisi), elbette ki yakınında durduğunu söylediği remizler dünyasının üzerinden okunmalıdır. Feqi, bu sözü gelişigüzel değil kendi dünyasına ilişkin bir okuma imkânı sunmak için söyler. Çünkü o 'göksel sofranın henüz toplatılmadığı' bir devrin, hikmet ve aşk yüklü sesi ile çağlamıştır. O, klasik Kürt şiiri kanonu içerisinde kendisine özgü bir dilsel ve duyuşsal yerin sahibidir. Onu klasik şiir kanonunun diğer en önemli şairlerinden (Melayê Cizirî, Ehmedê Xanî, Elî Herîrî) ayıran özelliği ise klasik şiirin imkânlarının yanında halk şiirinin de imkânlarını kullanması; irfanî geleneğin dil dünyası kadar halk dilinden de beslenmesidir.
Feqî'nin dünyasına ışık tutacak birkaç şiirinin penceresinden ona bakalım: "Keşke yüz başım olsaydı da / Yüz binlerce ağzım ve elim / Ansaydık seni medh-ü sena ile / Yine de muradımdan eksik kalırdım," "Vurgunum bir kemet-i faniye / Irak düştüm yar ü dosttan / Âşığım nuru Huda'ya / Kimse bilmez halim benim..." Bugün tasavvufu, dünyayı aşmanın değil de ona karşı som bir kayıtsızlık olarak algılayanlara inat Feqî, özellikle Şexê Xanê ve Kela Dimdim şiirlerinde ise İslam uğruna dönemin Şiileştirme politikalarına Acem şahına ve Şiiliğe karşı verilen mücadeleyi anlatır: "Ömer'in hatırı için / Ki bu yol Peygamber yoludur / Olsanız da liğme liğme / Yürüyün, ruz-i mahşerdir" der.
Modern Kürtçenin inşacısı Celadet Bedirxan, Feqîyê Teyran etrafında söz alırken, Feqî'nin kuşların dilini bildiğini ve kuşlarla konuştuğunu söyler. Oysa bu iddianın iler tutar bir tarafı yoktur. Ferîdüddîn-i Attâr, beş bin beyitlik Mantık-ut Tayr adlı eserinde hüthüt kuşuna anlattığı hikâyelerde, İslam tasavvufunu akla yakınlaştırdığı kadar o dünyanın simgesel inşasını da yapmıştır. Onun şiirinde olduğu gibi, bu gelenek çerçevesinde söz alan bütün şairler aynı mazmunlara ortak anlamlar yüklemişlerdir. (Asırlar sonra Mantık-ut Tayr yazan Gülşehri gibi) Attar'ın kuş dillerini bildiğini iddia etmek o dünyanın batınî, ledünnî dilini kırıp, onu tamamen zahiri, harici anlama mahkûm etmemize sebep olur. Attar'dan asırlar sonra söz alan Feqîyê Teyran da tıpkı Attar gibi Şeyh San'an hikâyesini aynı simgesel dilin kodlarını kullanarak bu kez Kürtçe anlatır. Hatta bazen kendi aşkını, Seyh San'an aşkının sarmalı üzerinden dile getirir ki bu da onun şiirinin olmazsa olmaz çözümleme anahtarının tasavvuf olduğunu gösterir. Odağı kaydırma pahasına değinmeden geçmek istemiyorum: Kafka, Dönüşüm'ü yayınevine teslim ettikten sonra, yayıncının kapağa bir böcek resmi koyacağını duyar. Pek de Kafkesk olmayan bir hışımla yayıncısını arar ve kapağa kesinlikle bir böcek resmi koymamasını söyler. Çünkü Kafka da çok iyi bilir ki kapaktaki böcek fotoğrafı, kitabın hikâyesini ıskartaya çıkaracaktır. Bugün Feqîyê Teyran temsillerine baktığımızda elinde kaval, etrafında tavus kuşu olan nur yüzlü bir dede resmi vardır. Bizatihi bu temsil bile Feqîyê Teyran dediğimiz içkin dili örseleyip onu sığ ve yavan bir dünyanın içine hapsediyor. Birçok kötülük, iyi niyet topraklarında boy vermedi mi? Yine Feqî'nin büyük şiiri Hey Av û Av'ı (Ah Su! Vah Su!) şiirini, Müküs Çayı'yla eşleştirmek doğru bir tutum değildir. Çünkü İlahi esmanın miratı, tecelligâhı, varlığın iç yüzü olan suyu bir yana koyup, Feqî'nin doğduğu topraklarda akan bir çay üzerinden okumak Feqî'nin anlam dünyasını çürütmek, onun şiirini harita bilgisi düzeyine indirgemek demektir. Onun şiirindeki asıl aşk Allah aşkıdır. Mecazi aşkı anlattığı şiirlerde bile asıl vurgusu İlahi aşka doğrudur. "Mecazi bir elem boy vermiş/ Benim için bugün zorlu gündür / Umarım ki bu mecaz hakikidir / Viran benim, canevim yağma" diyen bir şairi öncelikle bu hakiki aşkın etrafında okumalıyız. Aram Tigran'ın, Feqî'nin Hey Dilberê (Hey Dilber!) şiirini maneviyatına büyük bir sadakatle bestelemesi ve Kürt dilinin en değerli parçalarından biri kılmasını da Tigran'ın onun asıl aşkı etrafında yakaladığı hissiyatta aramak gerekir. O bütün bir Anadolu coğrafyasının em gümrah 'kesik damarından' biri olarak hâlâ çağlamaya devam ediyor. Bereket versin zaman en çok onlardan kalan seslere vefa göstermiştir. Hey Av û Av (Ah Su! Vah Su!) diye çağlayan Teyran'ın şiiri su karakterlidir. Onca yılın çelik duvarlarına rağmen sızmayı, diri kalmayı başarması da bundandır.
O da diğer mutasavvıf şairler gibi, kaknus kuşunun hikâyesinin yazgısından beslenir. Kaknus, efsanevi bir kuştur, uzunca bir gagası vardır, bu gagada neye benzer delikler vardır. Ve kaknus, gagasıyla duyanın kalbini yerinden sökecek içli sesler çıkartır. Lakin henüz hiçbir âdemoğlu onu görmemiştir. Öleceğini hissettiği ana kadar yeryüzüne inmez. Ama ölmesine yakın yeryüzüne konar. Etrafına bir yığın çalı çırpı toplar. Kanat çırpmalarına, çığlık çığlığa ağıt sesleri karışır. İşte bu çığlıklardan, kanat çırpmalardan bir kıvılcım sökün eder ve kaknus o ateşin içinde yanar. Ama küllerinden yepyeni, ter ü taze bir kaknus daha çıkar. Binlerce şiiri olduğuna inanılan Feqî de bugün dünya sahaflarından, halkaları kopmuş bir müziğin notaları gibi derlenip toplanıyor. Onun varlığını anlamlandırmak için görmek gerekmiyor, tıpkı kaknus kuşunun varlığına duyulan bir inanca bağlanmak daha doğru bir Feqî'ye bizi götürecektir. Çünkü inanmanın gözleri, can gözünden daha fazlasını görür.
Bu çerçevede M. Xalid Sadıni'nin hazırladığı Feqîyê Teyran çalışmasını minnetle anmak isterim. Yine Van Bahçesaray'da (Müküs) birkaç yıldır Feqîyê Teyran adına organize edilen festival, onu hatırlamak, anmak için çok önemli işler gerçekleştiriyor. Ama bütün bunlara rağmen, onun bestesinde hâlâ eksik sesler var, umarım bu ses en kısa zamanda hak ettiği bütünlükte duyulur.
*Yazar
Zaman
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.