Laiklik ile sekülerlik arasında Hıristiyanlık
Papa 16. Benedict, kiliseyle devletin birbirinden ayrılmasına taraftardı; prensip itibariyle Ortaçağ’da olduğu gibi, kiliseyle devletin birleşmesinden yana değildi.
Papa 16. Benedict, kiliseyle devletin birbirinden ayrılmasına taraftardı; prensip itibariyle Ortaçağ’da olduğu gibi, kiliseyle devletin birleşmesinden yana değildi. Fakat dinin veya kilisenin, siyasi hayata müdahil olmasını savunmaktan da geri durmuyordu. Papa, amacının Avrupa’nın tarihinde teokrasiyi tekrar diriltmek olmadığını; ancak dinden arındırılmış bugünkü laiklik ve sekülerliğin, siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatı, her türlü dini, ahlaki ve manevi kriterin dışına çıkarıp attğını, bu olumsuz ve yıkıcı sürecin artık dizginlenemez hale geldiğini ve sonuçta da nihilizmden başka bir sonucun ortaya çıkmadığını söylüyor. Ayrıca Papa, Avrupa’nın tarihin bu aşamasında siyasi bir başarısızlık içinde olduğuna işaret ediyor, bunu laikliğin dine karşı kendisini mutlaklaştırmasına bağlıyordu. Papa, Kiliseyle devletin birleşmesinden yana değildi; fakat dinin bir üst kriter olmasını ve Avrupa’nın bu manada tekrar dine dönmek zorunda olduğunu sarahatle dile getiriyordu.
Papa’nın Batı ve Hıristiyan dünya önüne koyduğu yeni dini-politik konseptte iki unsur dikkat çekiciydi:
1) Papa “kilise ile devletin arasını ayırıp Fransız ihtilalinden bu yana belli bir sosyo-politik ve kültürel zemin bulmuş bulan “laiklik”i koruyordu, ancak “din üst referans” konumuna çıkartmak suretiyle “skülerliğe” karşı açık tutum alıyordu. Hukuksal ve kurumsal olarak laiklik ile dinin dışarı çıkarılması ya da hayat biçimleri ve alanlarının dinden tecrit edilmesi anlamında sekülerlik acaba Papa’nın düşündüğü kadar kolayca ayrılabilir miydi? Bir olmadan diğerinin yaşaması mümkün müydü? Bu kavramsallaştırma tabii ki kendisi gibi Alman olan Habermas’ı çağrıştırıyordu. Habermas özünde Avrupa modernliğini koruyup sekülerliğe karşı tedbirler almak suretiyle ömrünü uzatabilmekti, Papa üst referansı Hıristiyanlık olan bir Avrupa’nın derdindeydi. Ama kurumsal zemini kilise-devlet ayrılığına dayalı bir Avrupa Hıristiyanlığı üst referans olarak sorunlarının çözümünde kullanabilir miydi veya sorunlarını dinle çözebilir miydi? Bu meşkük görünmektedir.
2) Papa’nın ana parametrelerini tespit ettiği yeni konsept dışardan bir “öteki” arıyor, bu ötekiyi Müslümanlıkta somutlaştırıyordu. Ancak bu yanlış bir stratejiydi. Müslümanlık hızlı bir gelişme halindedir; bunun somut göstergelerinden biri, Afrika’da misyonerlik hareketleri muazzam finansman desteğinde sürüyor olmasına rağmen yine de Müslümanlıkla rekabet edememesidir. Yine Latin Amerika’da, Katolik özgürlükçü teologlar ve yeni çıkan sol hareketler, dini temellerini değiştirmeye başladılar; İslam’a daha yakın, daha İslam’la uzlaşan, onunla diyalog arayışlarına giren noktalara yöneliyorlar. Dünyanın her yerinde Katolikliğe karşı belli bir tepki var; çünkü Hıristiyanlık, zenginlerin, tabir caizse tuzu kuruların dini haline gelmiş bulunuyor. Katoliklik, kuzey kuşağında, dünyadaki kaynakların % 80’nini kullanan ve nüfusun yaklaşık % 20’sini oluşturan insanların dinidir; diğer 5 milyar insan, açlık, susuzluk, yoksulluk, eşitsizlik ve savaşlar içerisinde yaşıyor. Kötü temsile rağmen İslamiyet zaman içinde bu yoksulların ve ezilmişlerin ilgisini çekiyor. Tabii ki Papa bunların farkındaydı.
3) Greklerin “logos”una dönmek akıllıca değil; Grek felsefesine ve entelüktüel kaynaklarına dönüş iki yüz sene önce Aydınlanma’yı doğurmuştur. Greklere dönüş Aydınlanma’nın tekrarından başka bir ufka işaret etmez. Aslında Papa, bir “Hıristiyan hümanizmi” düşünüyordu, elbette ne yapmak istediğinin farkındaydı; fakat seçtiği paradigma yanlıştı. Yöneldiği paradigma Avrupa’nın, hatta Hıristiyanlığın kendini tekrar etmesinden başka bir sonuç doğurmayacaktır. Bu ise Hıristiyanlığın ikinci defa mahvolması, belki artık tümüyle hafızalardan silinmesi gibi trajik bir sonuç doğurabilir. Grek düşüncesini ve Aydınlanması temel alan her din eninde sonunda modern zamanlarda Hıristiyanların yaşadığı trajik tecrübeyi yaşamak durumunda kalır.
Papanın kendisiyle yaptığı görüşmede Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önemli bir cümle kullanıp “Nüfusunun % 95’i müslüman olan Türkiye” dedi. Bu, ilk defa kullanılan bir yüzdedir; çünkü bugüne kadar resmi ve sivil herkesin üzerinde ittifak ettiği rakam % 99 idi; Başbakan, % 5’lik bir gayrimüslim nüfusa atıfta bulundu. Bunun iki anlamı var; ya gerçekten Hıristiyan nüfus % 5’e baliğ olmuştur ya da Türkiye, AB ile süren görüşmelerde % 5’e kadar Hıristiyan bir azınlık nüfusu tolere edebileceğini taahhüt etmiş bulunmaktadır.
Bu çerçevede bir başka noktanın da altı çiziliyor; eğer Türkiye AB’ne tam üye olursa, orta vadede, nüfusun % 9 veya 10’unun Hıristiyan olabileceği hesaplanmaktadır, yani tam üyelik Hıristiyan nüfusta belli bir artış sağlayacaktır. Peki, bu tahmin neye göre yapılmaktadır?
a) Türkiye’de zaten bu potansiyel var;1400 Rum, 70–80 bin Ermeni, 60-70 bin Ermenistan vatandaşı olup da Türkiye de çalışan Ermeni, 20 bin Yahudi, 10–15 bin civarında da Süryani bulunuyor.
b) “Kripto Hıristiyanlar” söz konusu. Müslüman gibi görünüp, iç dünyasında, evinde, özel ve gündelik hayatında Hıristiyan yaşayanlar insanlar.
c) Avrupa’dan gelip Türkiye’de, özellikle Antalya ve Alanya çevresinde, yerleşen Avrupa kökenli Hıristiyan bir nüfus var; bunların nüfusu da her geçen gün artıyor; bunlar mülk alıp Türkiye’ye yerleşiyorlar.
d) Misyonerlik faaliyetleri sonucunda Hıristiyan olan, tenassur etmiş Müslümanlar var.
Sn. Mustafa Özcan’a bir çağrı daha!
Kaç haftadır Sayın Mustafa Özcan’ın benimle ilgili öne sürdüğü bir iddianın kitaplarımdan veya yazılarımdan kaynak göstererek ispatlanmasını rica ettiğimi okuyucalırımz bilmektedirler. Benimle ilgili kullandığı ifade şuydu: “Son dönemlerde Ali Bulaç gibi kimi zevat Allah’a düşünce veya düşünme (melekesi) nispet etmektedirler. Halbuki, düşünmek bir noksanlık sıfatıdır ve Allah bundan beridir. Düşünmede isabet ile isabetsizlik arasında bir zorlanma payı vardır. KAF 50/38.’inci ayette belirtildiği gibi Allah zorlanmaz ve ona yorgunluk da arız olmaz. “And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık.” Dünyanın altı günde yaratılması ise hikmete mebnidir. Sebebi Allah’a değil kullara racidir.”
Sn.Özcan, nihayet 27 eylül tarihli yazısının altına bir “tavzih”te bulundu. Önce hem kendisine hem çağrılarım konusunda onu uyaran “dikkatli okuyucusu”na teşekkür ederim. Zaten benim de kendisinden beklediğim buydu. Yaptığı tavzih aşağıya alıyorum:
“Tavzih: Dikkatli bir okurum sayesinde Ali Bulaç beyin bir düzeltme talebine muttali oldum. Öncelikli olarak, tavzihin gecikmesinin nedeni kesinlikle kale almamak veya ihmal değil. Yoğunluk nedeniyle fark edemedim. Doğrudan konuya gelecek olursak; Ali Bulaç, ‘Allah’ın düşündüğüne’ dair kullandığını söylediğimiz ifadelere ilişkin kitaplarından mesnet göstermemizi istiyor. Elbette ispat iddia makamına aittir. Ama nefyi ispatta müşkildir. Bununla birlikte, kendisini zaman zaman sadece günlük yazılarından takip ediyorum. Benim açımdan böyle bir ifade kullandığı müsellem bir hakikattir. Kendisine yoktan bir isnatta bulunmayı veya iftira etmeyi zül addederim. Zaten daha önce böyle bir vakıam hiç olmamıştır. Onun bu tarz ifadelerine geçmişte en az bir defa-belki birkaç defa- atıfta bulundum. Şimdi ise meselenin üzerinden uzunca bir vakit geçtiğinden sözlerine yeniden ulaşmak, küpürler arasında gezinmeyi gerektirir. Bu da samanlıkta iğne aramaya benzer. Bununla birlikte, bu sözleri kendisine yakıştıramadığına göre, mesele burada bitmiştir. Derdimiz bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir. Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Muhyiddin Arabi’yi bir teziyle alakalı olarak eleştirdikten sonra Şarani’nin sözlerinin hatırlatılması üzerine ihtiyat payı bırakır ve şunları söyler: Benim sözlerim zahiren Muhyiddin Arabi’ye dönük olsa da onun bu sözleri söylememesi ihtimaline binaen benim bu sözlerim ona değil, o sözlerin maksadına veya o sözlerin maksudu olan teze münsarif olur. Sahiplenmediği tezi kendisine nispette ısrar, insafsızlık olur.”
İnsaf sahibi okuyucularımızın da teslim edeceği gibi tavzih, iddiayı ispat etmiyor, aksine kitaplarımdan veya yazılarımdan örnekler verme zorluğunu öne sürüp bu yöndeki görüşlerimin “müsellem bir hakikat” olduğunu söylüyor. Bu daha ağır, daha vahim bir suçlamadır. Demek ben “insana ait noksan sıfatları Allah’a izafe etmek”te –haşa- o kadar marufum ki, Mustafa Özcan bey bundan hiçbir şekilde şüpheye etmiyor, bu onun zihninde benimle ilgili “müsellem bir hakikat” imiş.
Bu beni tatmin etmedi, daha ağır bir suçlama ile karşı karşıya getirdi. Eğer sahiden iddia ettiği gibi ben “yüce Allah’a akletme, düşünme türünden noksan sıfatlar izafe ediyorsam” bana hangi düşünce ve ifadeler çerçevesinde bunu yaptığımı göstermesi lazım. Bu basit siyasi veya fikri bir mesele değil, imani bir meseledir, kişinin akidesinin sorgulanmasına yol açar. Bana olmayan, “yoktan bir isnatta bulunmayı kendisi için zül adettiğine” göre bu zihninde yerleşmiş bulunan müsellem hakikatle ilgili birkaç argümanı hemencecik ortaya koyabilir. Tekrar kendisinden rica ediyorum, hangi görüşlerim veya ifadelerimle ben Allah’a düşünme, akletme izafe etmişim? Benim açımdan mesele kapanmış değildir, değerli yazarımızdan iddiasını kanıtlamasını talep ediyorum.
dünyabülteni
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.