Meşruiyyet, ABD ve Türkiye

Ehadiyetin tecellisi ile yaratılanların farklılığı, görecelilik mefhumunun sonradan kazanılmış bir davranış biçimi değil fıtrî/ontolojik bedihî bir kader olduğunu gösterir.

Dolayısıyla insanlar da -illâ ki- bana göre, şuna göre diye başlayan kanaatlerini söze, hâle ve esere dönüştürdüler.

Farklı inançlara ve çok çeşitli kültürlere sahip insan kümelerinin bir takım asgari müştereklerde bir araya gelişi, o anda gücü elinde bulunduran tekil veya çoğul yapıların kendilerine göre onayladıkları sonuçları bir şekilde diğer topluluklara kabul ettirmelerinin sonucuydu.

Bu kabullenmelerin dönem dönem el değiştirmesi ve birkaç kutuplu oluşu, dünya üzerindeki tekamül ve terakkinin olmazsa olmazıydı.

Kontrollü olduğu halde deney sonuçlarını mutlak gören ilmi telakkîlerle ve hükmeden otoriteye teslimiyetin artmasıyla, çoğu konuda “kime/neye göre?” sorusuna gerek görülmedi.

Matematik gibi metafizik disiplinlerle doğrudan alakalı olmayan alanlarda, hiç kimse, ‘şunun formülüne uymayız, bunun kanununa göre hesaplamayız’ türünden bir itirazda bulunmadı, bulunamazdı.

Ancak bu durum, bilim ve sanatın dinamizmini eline geçirmiş olan güçlünün, ‘haklılığı(hak sahipliği)’ şeklindeki son derece akıl ve mantık dışı önermeyi sosyal hayatın zahiri bir realitesi yaptı.

Tam da bu yüzden ‘aslında filan keşfi şu alim buldu’ şeklindeki nostaljik avuntularımızın, bugün adeta kafamıza çakılan meşruiyet dayanakları karşısında hiçbir teselli etkisi yoktur.

Gücün doğasındaki istilâ özelliğine karşı gösterilen direncinizin başarısı için evvela kendi dayanağınızla aranızdaki bağın ölçülebilir kıvama yakın olması lazım.

Yağmalayıp gasp ettiği dünya medeniyetlerinin mirasını kullanarak, evanjelik teoloji ve sömürüp çuvalına doldurduğu kapital adına dünya halklarına sürekli kendi meşruiyetinin algısını pompalayan ABD karşısında, ondan daha büyük bir güce dayanmak zorunluluğu vardır.

Ve bu da net olmalıdır. Sadece sözlü beyanların hamasetiyle yetinip zamanla düğümler gevşetilecekse bunun da izahı makul olmalıdır.

Kendi zorbalığını, dünyaya düzen diye yutturmaya çalışan zamanın firavunlar galerisine karşı, Türkiye gibi bir devletin Allah’a dayanmasının en büyük delili ise adalet ve hakkaniyetten başkası değildir.

Yine İblisin; silaha, devlete, kıtaya, ve insan siluetli beyaz hınzıra bürünmüş şekli olan devasa terör yuvasına karşı, Allah’a dayanmanın hücceti, mezkur zalimin karşısında eğilmeden dik durup, ona karşı ittifakları pekiştirmektir.

Diğerleri gibi, ABD’nin doğrudan hedef aldığı ülkeler de diplomasi, ticaret ve ekonomi gibi iletişim ve alışverişin zaruri olduğu bütün hususlarda küresel çarkın bir parçasıdırlar.

Ona boyun eğmedikleri her gün, bu ülkeler daha fazla büyümekle kalmayacaklar, aynı zamanda meşruiyetine kaynaklık eden sistemlerindeki arızaları da böylece tamir etme imkanı bulacaklardır.

S-400’le ilgili muğlak birtakım ifadeleri bir yana, gelinen noktada Hariciye Vekaletinin açıklamaları umut vericidir.

Çıkılan yoldan taviz verilmediğinde ödenecek muhtemel bedellerle de bir ülke, kendi hakiki istiklalini ve istikbalini satın almış olacaktır.

Bunun için dik durmaya değmez mi? Değer.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.