Hüseyin SUDAN
Milliyet ve ümmetçilik bağlamında İslam'ın halkları ve dilleri tanıması
"Birbirinizi tanıyasınız diye sizi farklı halklar ve kabileler olarak yarattık. Sizin Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır." (Hucurat/13)
Allah Teâla, bütün insanları tek bir millet olarak yaratabileceği halde bildiği hikmetlerden dolayı insanları farklı milletler ve kabileler olarak yaratmıştır. Bunun sonucu olarak insanlardan birbirleriyle tanışmalarını ve birbirlerini tanıyıp inkâr etmemelerini istemiştir. Zira yukarıdaki ayette yer alan لتعارفوا ifadesi "Birbirinizle tanışmanız için" anlamını taşımakla beraber "birbirinizi tanıyıp inkâr etmemeniz için" anlamını da taşımaktadır. Bu anlam, İslâm'ın toplumlara ve halklara bakış açısını net bir şekilde ortaya koyması açısından manidardır. Çünkü İslâm farklı dilleri ve halkları Allah'ın ayetleri olarak görmüş ve bunları tanımayı emretmiştir. Ayrıca İslâm, dilleri inkâr edip halkları asimile etme politikalarını da açık bir şekilde reddetmiştir. İslam tarihine baktığımızda fethedilen topraklarda insanların dillerine müdahale edilmediğini ve halklara dil özgürlüğü tanındığını rahatlıkla görebiliriz. Aksi takdirde İslam dilleri inkâr politikasını benimsemiş olsaydı fethedilen topraklarda Arapça dışında bir dil ve Arap milleti dışında başka bir millet kalmayacaktı. Günümüz İslâm dünyasında yaşayan diller ve farklı milletler bunun en canlı ve bariz örneğidir. Allah Teâla, İbrahim sûresinde şöyle buyurmaktadır: "Biz her Peygamberi kendi halkının diliyle gönderdik ki onlara beyan etsin." (İbrahim/4) Her peygamberin gönderildiği topluluğun diliyle gönderilmesi de İslâm'da dillerin ve halkların tanındığının en önemli kanıtıdır. Ayrıca Peygamber Efendimiz'in (S.A.V) Mekke'nin fethinde her kabile boyunu ayrı bir sancak altında toplaması, İslâm'ın millet ve kabileleri tanıdığının ve onları kendi aralarında dayanışmaya teşvik etmesinin ayrı bir örneğidir. İbn-i Haldun'un devlet yönetiminde "asabiyet" söylemi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Ona göre bir milleti ayakta tutacak en önemli şeylerden biri milliyet bağıdır. Her millet, kendisinden biri tarafından yönetilmek ve idare edilmek istemektedir. Peygamber Efendimiz'in (S.A.V) Arap toplumuna hitaben Halifelerin Kureyş'ten olmasına dönük tavsiyesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak İslâm milliyet bağına önem vermekle beraber üst çatı olarak İslâm milliyetini ve ümmet anlayışını esas almıştır.
Sonuç olarak İslam, ümmet ilkesiyle milletleri ve dilleri inkâr etmemiş, bilakis farklı dillerle konuşan farklı milletleri bir üst kimlik olan İslam çatısı altında toplamıştır. Bununla beraber hiçbir ırkın diğerinden üstün olmadığını, üstünlüğün ancak takvayla olacağını açıkça ortaya koyarak milletler arası düşmanlığın ve ırkçılığın önünü kapatmıştır. Böylece İslâm bütün insanlığı üst bir kimlik altında toplayarak ulusal kimliğin üstünde bir üst kimlik oluşturma bağlamında önemli bir model ortaya koymuş, bunun yanı sıra ırkçılığa karşı çıkmakla beraber alt kimlik olarak millet kimliğini de inkâr etmemiştir. Dolayısıyla kendi dilini konuşup yaşamak ve yönetilmek isteyen bir halkın, İslâm'ın ümmet ve birlik anlayışına aykırı hareket ettiğini söylemek, İslami ilkelerden olan "birbirini tanımak" ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Zira tanımak karşıdakinin dilini tanıyarak onu bir millet olarak kabul etmeyi gerektirir. Aksi takdirde kardeşlik ve ümmetçilik söylemleriyle karşıdakinin dilini ve varlığını inkâr etmenin, İslâm'ın ortaya koyduğu kardeşlik ve ümmetçilik anlayışıyla yakından uzaktan alakası bulunmamaktadır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.