Minhac-ul Kur’an
Kur’an-ı Azimuşşan bir beyan ve açıklama okyanusudur ki hem vacibul vücudla ilgili hem de mumkin’ül vücudla ilgili yani hem baki yaratıcı ile ilgili hem de fani yaratılanlarla ilgili dünya ve ahiret âlemine ait bilgileri kapsar.
Kur’an-ı Azimuşşan bir beyan ve açıklama okyanusudur ki hem vacibul vücudla ilgili hem de mumkin’ül vücudla ilgili yani hem baki yaratıcı ile ilgili hem de fani yaratılanlarla ilgili dünya ve ahiret âlemine ait bilgileri kapsar. Ve hem de her iki âlemde Allah’u Tebareke ve Teala’nın, varlıkların hayatlarını düzenleyen fermanlarını içine alır. Yani kısacası Nahl Suresi’nin 89. ayetinde zikredildiği gibi Kur’an her şeyin beyanıdır. Ve onda yok yoktur. Malumdur ki hiçbir mahlûkun hafızası böyle bir okyanusu içine alabilecek kapasitede değildir. Ayrıca bu beyanı eksiksiz beyan ve tefsir edebilmek için o kadar kelimelere ihtiyaç vardır ki Lokman Suresi’nin 27. ayetinde ifade edildiği gibi eğer yeryüzündeki her ağaç kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak mürekkep olsa yine de Kur’an okyanusunun manalarını ifade edemeden tükenir. Hakikat bu iken hangi mahlûkun belleğinde bu kadar kelime vardır ki bu büyük vazifeye kalkışabilsin. Bundan dolayıdır ki tefsir yazan hiçbir müfessir veya Kur’an hakkında konuşan hiçbir âlim “Kur’an’ın bütün manalarını ifade ettim” diyememiştir. Bilakis “Benim ifade ettiklerim Kur’an denizinden bir damlayı ancak teşkil eder” demişlerdir. Onun için herkes kendi testisinin büyüklüğü ve genişliği nispetinde Kur’an’ın umman denizinden alıp istifade ve kelime hazinesi zengin olduğu kadar ifade edebilmiştir. Böylece Fahr-i Kâinat aleyhisselatu vesselam’dan bugüne kadar tefsirler zinciri gelmiştir ve kıyamete kadar devam edecektir.
Hiçbir müfessir “İzahat ettiğimden başka Kur’an’ın manaları yoktur” ve “Tefsirimden başka doğru tefsir yoktur” veya “Benim tefsirim Kur’an’ın bütün doğru manalarını içermektedir, artık hiçbir tefsire ihtiyaç yoktur” diyemediği gibi Arap dili ve ilimlerine uygun, kitap ve sünnetin naslarına ters düşmeyen hiçbir tefsirin de yanlış olduğunu söyleyemez.
Kur’an’ın sarih manaları olduğu gibi işari manaları da vardır. Genel ve âmm manaları olduğu gibi bazı zaman ve şartlara has manaları da vardır. Zahiri manaları olduğu gibi batıni manaları da vardır. Ancak bunların hiç birinin de önceki paragrafta zikredilen ölçüye ters düşmemesi lazımdır. Yoksa sahibine ret edilir.
Bazı ayetleri tefsir eden kitap ve sünnetten naslar vardır. O şekildeki tefsirin doğruluğu kesindir. Ayrıca Arapça ve ilimlerinden açık bir şekilde anlaşılan ve bu ilimleri bilen hiçbir âlimin başka mana veremediği manaların ve tefsirlerin de doğruluğu kesindir. Bunların dışında kalan içtihadi tefsirlerin doğruluğu kesin değildir. Ancak bununla beraber tefsir ve içtihad ilimlerine uygun olan bütün içtihadi tefsirler ümmet nezdinde büyük ve yüksek değerlere sahiptir. Ve ümmet için birer rahmet kaynaklarıdırlar.
Bir meselede icma sağlanmışsa herkes o meselede icmaya tabi olmak zorundadır. Bir meselede müçtehidlerin cumhuru ittifak etmişse ona davet edilebilir. Onunla umuma fetva verilebilir. İslami dava ve cemaatlerce ilke ve esas kabul edilebilir. Ferdi içtihad, sahibini ve sahibini taklit eden avamları bağlar. Onunla özel fetvalar verilebilir.
Kısacası tefsir ilimlerine ve içtihad şartlarına ters düşen içtihadî tefsirlere ancak mutlak bir şekilde “yanlıştırlar” diyebiliriz. Bu hakikati Resulullah aleyhisselatu vesselam şu hadis-i şeriflerinden anlıyoruz:
“Kim Allah’ın kitabını (kendi görüşüyle) tefsir ederse, isabet etse (bile) hata etmiş sayılır” (Tirmizi-Ebu Davud). Rezin şunu ilave etti: “Kendi görüşüyle (tefsir edip) hata ederse küfre girmiş olur.”
“Kim Kur’an hakkında ilimsiz fikir yürütür (tefsir ederse) -diğer rivayette- kendi görüşüyle tefsir ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Cem’ül Fevaid, Tirmizi)
Hakikata Talip Okuyucular!
Kâinatın her şeyi ile istisnasız nihayet derecede düzenli, hikmetli, faydalı ve her yönüyle mükemmel olması, milyonlarca yıl aynı mükemmelliği muhafaza etmesi, sürekli yenilik ve değişiklik içinde olması, tüm yenilerin eskilerini aratmayacak derecede mükemmel olmaları ve zahiren en basit görünen bir şeyin akılları hayrette bırakacak derecede mükemmelliklerle yüklü olması; onun hiç bir şeyine ve hiçbir köşesine tesadüf parmağının karışmadığına delildir. Akıllı insanlar için bunlar yani yukarıda zikredilenler, kâinatın her şeyiyle yaratıldığına dair yüzde yüz doğru birer kanıttırlar. Kâinatın en küçük bir parçasından tut da en büyük bir parçasına kadar her biri diğerlerinden müstakil olmaması, birbirleriyle irtibatlı olmaları, birbirlerini tamamlamaları, birbirlerine yardım etmeleri, zahiren müstakil görünseler de ancak hakikatte bir bütünün parçaları olmaları kâinatın tek bir elden çıktığına dair öyle bir delildir ki ilimden bi-par olanlar ve ilkelliğin en karanlık döneminin kumuna başlarını gömenlerden başka hiç kimse karşı çıkamaz…
İşte bu elin sahibini her kavim kendi diline göre bir adla çağırmaktadırlar. Mesela kimileri Allah (cc), kimileri Huda, kimileri Yezdan, kimileri Tanrı, kimileri ise God vs. adlarla o yüceliği sonsuz olan, her şeyin Ona muhtaç olduğu ve hiçbir şeye muhtaç olmayanı çağırıyorlar ve bitmek bilmeyen ihtiyaçlarını Ona arz etmektedirler.
Allah’u Tebareke ve Teala irade etti ki kâinatı yaratsın ve kâinat içinde kendine bir halife sorumlu ve bir muhatap seçsin. O halifesini bir eğitim ve imtihandan geçirdikten sonra üste çıkan ve kazananları yüceltip ebedi mükâfat yurduna (cennetine), altta kalıp kazanmayanları ise alçaltıp hak ettiği cezaevine (Cehenneme) dâhil etsin.
Bu eğitim ve imtihanı gerçekleştirmek için de geçici bir okul, bir kamp olarak dünyayı seçti. Bu söz konusu olan eğitim ve imtihan için de ne gerekirse yarattı. Muallimler, öğretmenler yani resuller (elçiler), nebiler (peygamberler) gönderdi. Örneğin; Hz. Musa aleyhissellam’a Tevrat’ı, Hz. İsa aleyhissellam’a İncil’i, Hz. Davud aleyhissellam’a Zebur’u ve son olarak da Hz. Muhammed aleyhisselatu vesselama Kur’an-ı Kerim’i indirdi. Kâinatta değişik görevlerle görevlendirilen, Allah’u Tebareke ve Teala’ya isyan etme kabiliyetine sahip edilmeyen, onlara ne emir verilse hemen yerine getiren, bizce normal olarak görülmeyen ve melek ismi verilen bazı seçkin mahlûkları da vardır. Onlardan bir kısmını vahiy için hazırlamıştır. Yani peygamberlere haber getirmek için görevlendirmiştir. Onların liderlerine Cebrail adını verip Kur’an’ı onun vasıtasıyla göndermiştir.
Kâinatta başka tür mahlûklar da vardır ki, onlar da bizim gibi imtihan hayatı yaşamaktadırlar. Değişik şekillere girebilme kabiliyeti onlara verilmiştir. Onlar bizi görüyor fakat biz onları göremiyoruz. Bazı rivayetlere göre insandan önce halifelik görevi onlara verilmiştir. Onlara da bizim gibi hayır ve şer işleme kabiliyeti verilmiştir. Onlara cin adı verilmiştir. İnsanlar topraktan yaratıldıkları gibi cinler de ateşten yaratılmışlardı. Allah Tebareke ve Teala onlara da çok büyük görevler ve kabiliyetler vermiştir.
Bilindiği gibi Allah-u Teala insanlardan istediği bazılarını melekût âlemine yükseltip melekler sınıfına dâhil ederek onlarla haşir neşir olma şerefine nail etmiştir. Hz. İsa aleyhisselam ve bazı rivayetlere göre de Hz. İdris aleyhisselam gibi. Bunun gibi İblis adında bir cinni de (yani şeytan) önce Allah Tebareke ve Teala’ya uzun bir zaman itaat etmiş ve Allah Tebareke ve Teala da onu meleklerin içine dâhil etmişti. O da bu makama nail olmakla içinde kibir ve gurura kapılmıştı. Allah Tebareke ve Teala’dan hiçbir şey gizli kalmadığı için iblisin kapıldığı kibri fark etmişti. Ancak meleklerin bundan haberleri yoktu. Allah Tebareke ve Teala da onun kibrini ortaya çıkarıp onu herkese göstermek için meleklere, Hz. Âdem’e secde denilen bir saygıda bulunmaları için emir verdi. Melekler aldıkları emir üzerine hemen secdeye kapandılar. İblis ise kibrinden dolayı isyan etti ve şeytanlığı ortaya çıktı. Allah Tebareke ve Teala onu uyardığı halde o isyanında ısrar etti ve haklılığını savundu. Allah Tebareke ve Teala da onu lanetle cezalandırdı. Ve onu pak meleklerin içinden çıkartıp alçalttı. Şeytan da “Hiç kimse ırkından veya yaratıldığı maddesinden dolayı makama yükseltilmez ve hak kazanamaz. Bilakis kime ne verilmişse Allah’ın lütuf ve keremiyle verilmiştir” hakikatinden gaflet ederek insanın hak etmediği bir makama yükseltildiğini ispatlamak için yani Allah Tebareke ve Teala’yı haksız çıkartmak için fırsat ve zaman istedi. Allah Tebareke ve Teala da onun şeytanlığını herkese tam göstermek ve bazı başka hikmetlerden dolayı ona zaman ve fırsat verdi.
Böylece insan için eğitim ve imtihan süreci, iblis için de şeytanlık süreci başlamış oldu. Şeytan cin olma hasebiyle çok kabiliyetlere sahip ve çok şekillere girebiliyor. Ayrıca da uzun bir ömür yaşadığı için de çok tecrübelere sahiptir. Bunlarla beraber işi tahrip olduğu için Allah Tebareke ve Teala’ya sığınan salih kullar dışında her insan üzerinde müthiş bir tahrip kabiliyeti vardır.
Bununla beraber şeytan gece gündüz insanı Allah Tebareke ve Teala’ya itaatten engelleyip isyana sevk etmeye çalışır, bunu başaramazsa itaat ve ibadet esnasında onu gaflete, ihlâssızlığa, yanlışlığa vs. durumlara düşürmeye çalışır. Bunu da başaramazsa vesvese vermeye menfi şeyleri aklına getirmeye çalışır, bunu da başaramazsa ibadet ve itaatten sonra onu ucba (kendini beğenmişliğe) kibre ve sair birçok kalbi hastalıklara düşürmek ister. Hâsılı insanı son nefesine kadar ona imtihanı kaybettirmek ve kendisi gibi ebedi hüsrana düşürmek için hırsla çalışmaktadır. Türlü oyun, hile ve tuzaklar kurmaktadır.
Allah Tebareke ve Teala da sonsuz merhametinden dolayı peygamberlerine vahyettiği ve indirdiği kitaplarında ve peygamberleri de kendi açıklamalarında şeytanın insana amansız bir düşman olduğunu ve insanı doğru yoldan saptırmak için ona müthiş oyun, hile ve tuzaklar kurduğunu ve insanın şeytanın şerrinden korunabilmesinin tek çaresinin de kavli (sözlü) ve ameli olarak Allah Tebareke ve Teala’ya sığınmak olduğunu açıklamışlardır.
İşte Allah Tebareke ve Teala, Nahl suresi 98-100. ayetlerde Kur’an okuduğumuz zaman şeytanın şerrinden korunmamız için kendisine sığınmamızı emretmektedir.
İslamî eğitim ve ibadet vazifelerimizde bizi geride bırakıp kaybettirmeye çalışan kıskanç, hilebaz, azgın ve ebedi düşmanımızı bize hatırlatıyor ve ondan korunma yolunu da bize öğretiyor. Ki imtihanı kaybetmeyelim ve ebedi saadete nail olalım. Çünkü Allah Tebareke ve Teala’dan ve kovulmuş şeytandan gaflet etmeyenler yüzde yüz imtihanı kazanıyorlar. Ve tarihte imtihanı kaybedenlerin geneli şeytana uyanlardır.
İmtihanı kazanan her bir mümin kendi muallimleri olan peygamberlere ve onların varislerine birer başarı ve maharet sayılır. İşte her mümin Kur’an-ı Kerim dersine başladığında ve bitirdiğinde ve hatta bütün hayatında kendini bu mücadele atmosferinde ve bu müthiş muharebe meydanında görmelidir ve bu düşmanın binlerce hile ve tuzaklarından korunmak için hep Allah Tebareke ve Teala’nın sonsuz merhametine, dinine, hükmüne, hizbine iltica edip sığınmalıdır.
Kur’an-ı Kerim’in Nas suresiyle sonuçlandırılması ve “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanın kışkırtmalarından sana sığınırım. Ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” (Mu’minun: 97-98) ve “Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir” (A’raf: 200-201) gibi ayetler ve birçok hadis buna delildir.
Kur’an-ı Kerim okurken okumanın başında mı, sonunda mı yoksa her ikisinde mi euzu çekilir, âlimlerin bu konuda ihtilafı vardır. Fahreddin-i Razi’ye göre her ikisinde de müstehaptır. (Tefsir-i Kebir, c.1, s.81-82)
Kur’an’a veya herhangi bir ibadete başlanırken, istiaze yapmak yani Allah-u Teala’ya sığınma; vesveselerden, Kur’an-ı Kerim hakkında yanlış manaların akla gelmesinden, genel manada ibadetlerde ihlassızlıktan, ibadeti iptal eden amellerden ve benzeri durumlardan korunmak içindir. İbadetlerden sonra ise kibir, ucb (kendini beğenmişlik) ve sair kalbi hastalıklardan korunmak içindir.
İstiazenin hükmü ise namaz dışında cumhura göre sünnettir. Namazda ise İmam Malik’e göre farz namazlarda okunmaz. İmam Ebu Hanife’ye göre sadece birinci rekatte, İmam Şafii ve Hanbeli’ye göre ise namazın her rekatında fatihadan önce okunması sünnettir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.