Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

Mirac Hadisesi ve 4. yüzyıl tartışmalarının canlandırılması

İslam dünyası, bir Mirac yıldönümüne daha Kudüs işgal altındayken girdi. Müslümanların önemli bir bölümü Mirac'ı zikir ve tefekkürle andı.

Ne var ki bir kısmımız, Kudüs'ü hiç anmadan Mirac'ı andı. Gerçeklikten kaçtı. Mescid-i Aksa'nın içinde bulunduğu hâli yok saydı.  Onun kurtuluşu için dua etmeyi bile hatırlamadı. Sanki Kudüs göklerde bir yerdi onlar için...

Diğer bir kısım ise, Kudüs'ü hiç anmadan kendi entelektüel mahzenlerinde “Mirac Kandili var mıdır yok mudur?” tartışmasını yaptı. Mirac'ı zikirle ihya etmekten imtina eden bu kısım, daha da derinlere dalarak “Resulullah salallahü aleyhi ve sellem, Mirac'a ruhen mi çıktı, bedenen mi yoksa Mirac bir rüya mıydı?” cedelini “ihya etti”.  Bu garip “ihya”nın bugüne kadar hiç konuşulmamış bir tarafından söz edilecektir bu yazıda.

Bizim memleketimizde göçerler (Yörükler), anne-babasına bir Hatim okuma karşılığında Kur'an-ı Kerim'i okumayı bildiğini düşündükleri feqi kılıklı kişilere en iyi koyunlarını vermekten geri durmazlardı. Göçerler için hayatta en kıymetli varlık sürüsüydü. Öyle ki Hoca, Zebanileri anlatırken Göçer, onların sürüye zarar verip vermeyeceklerini sordu diye esprisi bile yapılırdı. Ama madem anne-babasına Hatim okunacaktı, Göçer, o sürünün en iyi koyununu gözünü kırpmadan verebilirdi.

Gün geldi, Göçerin bu davranışı heyecanlı bir tartışma başlattı: Göçerin yaptığı bid'at değil midir?

Sineğin kanadı misali...

Göçer Kur'an-ı Kerim okumayı bilse hiç en iyi koyununu feqi kılıklı adamlara kaptırır mıydı? Feqi kılıklı adam, yaylalara Hatim ticaretine çıkabilir miydi? Dua, bir ihtiyaçtır; kişi ya kendisi yapar ya da birine yaptırır. İstediğin kadar bid'at de; Göçer, Kur'an-ı Kerim okumayı bilmiyorsa birilerine okutacaktır. Onun yaptığının bid'at olup olmadığını sorgulamak yerine “Bu ümmet neler yaşadı da mensupları arasında Kur'an-ı Kerim okuyacak adam kalmadı” diye sorsana ve buna karşı bir tedbirin içinde yer alsana... Bir kere Kur'an-ı Kerim'i baştan sona birine okutmaya karşılık en iyi koyununu, hatta kimi zaman yeni gelininin kızıl altınını verecek kadar Kur'an-ı Kerim'e değer veren Göçerin imanıyla uğraşmak yerine içinde bulunduğun halle uğraşsana...

“Resulullah salallahü aleyhi ve sellem, Mirac'a ruhen mi çıktı, bedenen mi yoksa Mirac bir rüya mıydı?”...

Allah Allah... Nereden çıktı bu tartışma? Yüzyıllarca unutulan bu tartışma, nerede, kimin tarafından canlandırıldı? Ya da bid'atlere karşı halisane bir duyarlılık yerine bir tür bid'at edebiyatı... Bu edebiyat üzerinden âlim olduğunu gösterme ya da şuur gösterisi çabası...

Hicri 4, Miladî 10. yüzyıl... İslam âleminin zenginliğin doruğunda olduğu asır... Müslümanların yoksulunun evi köşk misalidir; zenginin köşklerinde ise civa sütunları bile vardır. Bütün temel ihtiyaçları karşılanan Müslümanlar varlık içinde farazi konuları konuşuyor. Hicrî 2. yüzyıldan o yana iyi niyeti sorgulanabilir kişiler tarafından ortaya atılan konular, artık gündemin tepesine oturmuş. Birileri tasavvuf adına, kelam adına ortaya konular atıyor; kendilerini İmam Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh'e nispet eden bazı kişiler ise onlarla şiddetli tartışmalara girerek ortalığı kızıştırıyor.

İş o boyuta varmış ki kendilerini Şia'ya nispet edenler, Hz. Ali radiyallahü anh'in doğumundan hayattaki her adımına ve bıraktığı nesille ilgili her vakaya kadar bir anma günü oluşturmuşlar. Kendilerini Ehl-i Sünnet'e nispet eden kimi kimseler de Bağdat'ta buna karşılık Resulullah salallahü aleyhi ve sellem'in Hz. Ebu Bekir radiyallahü anh'le birlikte Sevr'den çıktıkları günü bile bir bayram gibi sokaklarda kutlayıp etkinlikler düzenliyorlar. Abbasî Halifeleri, içinde bulundukları şatafat içinde toplumsal denge peşindeler...

Âlimler, kendilerine Hanbeli diyenlerin bid'at iddialarına cevap vermekle uğraşırken Şia'nın içindeki ikinci büyük tartışma siyasi bir harekete dönüştü. Cafer-i Sadık rahmetullahi aleyh'ten sonra imametin oğlu İsmail'e geçtiğini iddia edenler, “dai” sıfatıyla dört bir yana dağıldılar, kendi mezheplerinin devletlerini inşaya koyuldular.

Bu hâl, Hicri 5, Miladi 11. yüzyıla felaketlerin sebebi olarak yansıdı. İsmaililer, Bahreyn tarafından başlayarak Karamatiler adı altında camisiz, namazsız bir İslam'dan söz ettiler ve bunu bizzat devletleştirdiler, şehirlerinde bütün camileri kapattılar. Ama yetmedi, ta Ka'be'ye uzanıp Hacer'ül Esved'i dahi yerinden söküp on yedi yıl yanlarında tuttular. Şerleri zaman zaman ta Irak'ın güneyine ve Suriye'ye kadar uzandığından Müslümanların önemli bir bölümü onlarca yıl Hacca gidemedi. İsmaililerin diğer kolu ise Fatimiler adı altında Kuzey Afrika'ya açıldı. Orada devlet kurdu, Mısır'ı ele geçirdi ve İslam dünyasında ilk kez mağrip ile maşrik arasına fiziki bir duvar girdi. Fatimîlerin özellikle ilk döneminde pek çok Müslüman Hacca gidemedi. Hac, Müslümanlar arasında en önemli iletişim imkânıydı. Bu imkân son buldu. Maşrıkteki Müslümanların Mağripteki Müslümanlardan haberi kesildi. Endülüs'ün o günkü yardım çağrıları hiç duyulmadı ve İslam önce Endülüs'ten adım adım çekildi.

Başlangıçta Hıristiyanlara karşı sert tutumuyla kendisini kabul ettirmeye çalışan Fatimiler, Bizans'ın önemli bir işbirlikçisi haline gelmişti. Abbasilerin uyuştuğunu, Fatimilerin kendisine ses çıkarmayacağını gören Bizans, İslam âleminin merkezine doğru işgaller gerçekleştirdi, püskürtülünce Batı'dan yardım çağrısında bulundu, Endülüs'teki başarıları ile cesaret bulan Frenkler (Haçlılar) İslam âlemine hücum etti; Urfa, Antakya ve nihayet Fatimilerin elindeki Kudüs düştü. Nureddin ve Selahaddin gibi 4. yüzyıl tartışmalarına “Yeter artık!” diyen büyükler yetişip durdurmasaydı Kerek kontu Ernat gibiler Mekke ve Medine'yi de düşüreceklerdi.

İslam düşmanları, Hicrî 5, Miladî 11. yüzyıl felaketini getiren Hicrî 4, Miladî 10. yüzyılımızı çok seviyorlar. Müsteşrikler, zenginliğin, ferahın doruğu, felaketin başlangıcı o yüzyıl üzerine has eser dahi kaleme almışlardır.

Bu “ilmi” çalışmaların ardından İngilizler, o yüzyıldaki tartışmaları canlandırmayı kendi çıkarlarına, İslam âleminin ise felaketine galiba uygun buldular.

“Resulullah salallahü aleyhi ve sellem, Mirac'a ruhen mi çıktı, bedenen mi yoksa Mirac bir rüya mıydı?”  cedeli, modern dönemde nerede ortaya atıldı? İngilizlerin işgali altındaki Hindistan'da, bizzat İngilizler tarafından “Sir” unvanına layık bulunan “Ahmet Han” tarafından “akılcılık” çerçevesinde tartışmaya açıldı; tartışma sonra yine İngiliz işgali döneminde Mısır'da El Ezher'de ilgi gördü.

İngilizler, Mirac ile Kudüs arasındaki bağı zayıflatarak Kudüs'ün mevcut durumuna zemin mi hazırlıyorlardı? Neden olmasın? Bugüne kadar bunun hiç konuşulmamış olması üzerinde düşünülecek bir hâldir doğrusu.

Bir yandan Mirac yıldönümünü Kudüs'ü hiç anmadan zikir ve tefekkürle geçirerek Kudüs'süz bir Mirac Gecesi ihya edenlerimiz... Öte yandan Mirac Gecesi yok deyip o gece özel zikirler yapmaktan kaçınırken Mirac'ın mahiyetini “akılcılık” çerçevesinde tartışanlarımız...

Hayatta karşılık bulmayan bir zühd ve farazi entelektüel tartışmalar... Mezhepleri için ülke arayanlar ve kendilerini İmam Ahmet Bin Hanbel rahmetullahi aleyh'e nispet edenlerin tetiklemeleri... Bu hâl, Hicri 4, Miladî 10. yüzyılımıza ne çok benziyor?

Unutmayalım ki o yüzyılda Müslümanlar en güçlü durumda iken Hicri 5, Miladi 11 felaketini yaşadılar...

Ya en zayıf olduğumuz bu asırda bu gaflet içinde olmak... Zayıf olanların teferruatla uğraşmak yerine aslî meselelerine, hayat memat meselesi hususlarına odaklanmaları gerekmez mi? Onları o odaktan teferruata daldıranların en azından oyuna geldiğinden kuşkulanılması icap etmez mi?

Vah, İslam dünyasının haline... Yas tutulacaksa bunun üzerine yas tutmak daha yerinde değil mi? Tartışılacaksa bu halden nasıl kurtulacağımız üzerine tartışmak daha doğru değil mi? Zikrimizin bu kurtuluşta sebata vesile olacak maksatta olması daha evla olmaz mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.