Mülteci Sorunun Ana Kaynağı: Paylaşılamayan Refah

Mülteci Sorunun Ana Kaynağı: Paylaşılamayan Refah

Göç olgusu tarihin her döneminde çeşitli şekiller ve yoğunlukta karşımıza çıkmakta olan insanlık meselesidir.

Göç olgusu tarihin her döneminde çeşitli şekiller ve yoğunlukta karşımıza çıkmakta olan insanlık meselesidir. Kimi zaman doğal afetler, bazen savaşlar ve asrımızda daha müreffeh bir yaşama sahip olma arzusu gibi faktörlerin tetiklediği göç, artık tek bir devletin ya da devletler grubunun değil, uluslararası toplumun ortak sorunudur. Küreselleşmenin tetiklediği, neoliberal ekonomi politikalarının teşvik ettiği göçün ana arteri yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğun bir şekilde Avrupa olmuştur. Avrupa denilince kastedilen coğrafi anlamda Avrupa kıtasında yer alan tüm ülkeler değil, Avrupa Birliği (AB) ve ona üye ülkeler, bunlardan özellikle kuzeyde ve batıda yer alanlar kastedilmektedir. Buradan hareketle bu yazıda birinci kısımda AB ile ilgili genel tarihi özellikler verilecek, devam eden bölümde ise AB’ye göç etmeye çalışan insanların gördüğü muamele değerlendirilecektir.

AB, klasik ve en yaygın tabirle 50 milyondan fazla insanı yok eden İkinci Dünya Savaşı’nın, geride kalan milyonları yokluğa mahkûm ederek, arkasında bıraktığı enkazın küllerinden “birlik olarak” doğmuş bir uluslararası örgüttür. Uluslararası demekle birlikte, halen devam eden entegrasyon süreci boyunca imzalanan antlaşmalarla birlikte AB hukukunun iç hukuka üstünlüğü bağlamında bazı uluslarüstü özelliklere de sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük ekonomik ve siyasi desteğiyle bütünleşmeyi başlatan altı Avrupa ülkesine (Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg) başka ülkelerin de katılmasıyla Birliğin üye sayısı zamanla 28’e ulaşmış, İngiltere’nin ayrılmasıyla 27’ye düşmüştür.

Avrupa bütünleşmesi nihayete eren bir proje değil, halen devam eden bir süreçtir. Bütünleşme sürecinde ilk antlaşmanın imzalandığı 1951 tarihinden günümüze refahın paylaşımı, insanların, hizmetlerin ve malların AB içinde serbestçe dolaşımı yönünde büyük adımlar atılmış, bu durum refahın paylaşılması sonucunu doğurmuştur. Esasen Sovyetlerin dağılmasından sonra 1990’lar ve 2000’lerin başlarında eski Doğu Bloku ülkelerinin AB’ye katılma yönünde güçlü irade göstermeleri ülkeler bazında bu refah ortamından pay alma, şahıslar bazında ise serbest dolaşım ve iş imkânlarından faydalanıp daha iyi yaşam standartlarına kavuşma anlamından etki edici faktörler olmuştur. AB’nin kısa tarihi bu anlamda sürekli reform, genişleme ve derinleşme çabaları tarihidir. AB bu süre içinde birçok kritik dönemeci başarıyla geçebilmiş, refahını koruyup sürdürmüş, parasal birliğini büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Bugün AB para birimi Avro, Birlik üyesi 19 ülke tarafından kullanılmaktadır. Ekonomik olarak Birlik bazında dünyanın en büyüğü olan AB’nin parası dolardan sonra dünyada ikinci sıradadır.

Sosyal politikalar, birey hak ve özgürlükleri, dezavantajlı grupların korunması alanında hukuki ve kurumsal yapılara sahip olan AB, vatandaşlarına dünyada eşine az rastlanır bir refah toplumu sunmaktadır. Bununla birlikte örgüt komşuluk politikası ve ortaklık antlaşmalarıyla çevresindeki ülkeleri de sosyal ve siyasi anlamda dönüştürmeye “Avrupa değerleri”ni buralara ihraç etmeye çalışmaktadır. Bunu sağlamak için söz konusu ülkelere ekonomik yardımlarda bulunmaktadır. Merkezinde AB’nin konumlandırıldığı, kenar kuşağında komşu ve ortakların yer aldığı bir jeo-ekonomik düzen tesis edilmeye çalışılmakta, bu adımları atarken merkezin güvenliğini sağlamak için Avrupa Kalesi inşa edilmeye çalışılmaktadır.

2001 yılında ABD’de gerçekleşen 11 Eylül saldırıları, AB’ye güvenlik tedbirlerini hayata geçirmek için eşsiz bir fırsat vermiş; AB sınırlarının denetimini ve güvenliğini sağlamak için eşgüdüm halinde hareket edecek, üyelerin tek taraflı ve ortak askeri operasyonlarını yönetecek bir kurum olarak 2005 yılında Frontex kurulmuştur. Bugün kale içerisindeki refah toplumuna ulaşmaya çalışan düzensiz göçmenlerin karşısında bu kurum bulunmaktadır. Amnesty International tarafından aktarılan verilere göre AB tarafından Frontex’e ayrılan bütçe, iltica destek programları için ayrılan bütçeden 6 kat daha fazla. Bu veri, kendisini evrensel insani değerlerin misyoneri olarak kabul ve takdim eden AB’nin düzensiz göçmenlere bakış açısını anlamamıza fayda sağlamaktadır. Frontex devriyeleri ile kontrol edilen AB sınırları, Eurosur projesi ile 7/24 izlenmektedir.

Küresel bir olgu olarak göçe sebep olan itici ve çekici faktörler bulunmaktadır. İtici faktörler genellikle kaynak ülkede görülen işsizlik, ekonomik sıkıntılar ve demografik baskılar olarak değerlendirilirken, çekici faktörler ise hedef ülkenin sunduğu ekonomik rahatlık, yüksek ücretler, sosyal güvenlik imkânları ve rahat çalışma koşulları gibi unsurları içermektedir. Ekonomik olarak geri kalmış ülkelerin vatandaşları yaşam standartlarını yükseltmek için legal veya illegal yöntemlerle arzu ettikleri yaşamı elde edeceklerine inandıkları ülkelere göç etmeye çalışmaktadırlar. Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Asya ülkeleri açısından bu bağlamda göç edilebilecek en cazip bölge Avrupa ve AB üyesi ülkeler olarak görülmektedir. Bu bölgelerden insanlar çoğu zaman büyük ekonomik bedeller ödeyip hayatlarını riske atarak hedef ülkelere ulaşmaya çalışmaktadırlar.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ayağa kalkma sürecinde göç Avrupa açısından korkulan değil aksine talep edilen bir durumdu. Zira azalan nüfustan kaynaklanan işgücü açığını gidermek devlet politikası haline gelmişti. Almanya bu açığını kapatmak için 1961’den itibaren Türkiye’den yüz binlerce işçiyi ülkesine kabul etmiştir. Yeni gelenler ve evlilikler yoluyla bu rakam bugün 3 milyonu aşmıştır. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana artan bir şekilde göç korkulan, istenmeyen ve önlenmesi için tedbirleri getirilen bir olgu haline gelmiştir.

Göç sadece insanları değil, onlarla birlikte onların kültürlerini, dillerini, gelenek ve göreneklerini de taşımaktadır. Avrupa Kalesi’ni güvenlikleştirme bağlamında ele alıp korumaya çalışan anlayış açısından göçmen demek kendi yaşam tarzına, diline ve inancına tehdit demektir. Dolayısıyla hangi yollardan gelirse gelsin istenmeyen kişidir. Bu açıdan göçmen sorunu Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ile birlikte değerlendirilmiş, kendisinden olan aşırı sağı yatıştırmak için AB kurum ve kuruluşları, göçmenleri Birlik sınırları dışında tutmanın politikasını uygulamaya koyulmuştur. Başta Yunanistan olmak üzere üyelerinin mültecilerin, yaşam hakkı başta olmak üzere, insani haklarına karşı saldırgan tutumlarına sessiz kalmaktadır.

Mülteci, kelime anlamı olarak, iltica eden, sığınan anlamlarına gelmektedir. Mültecilerin hakları Cenevre Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası hukuk tarafından koruma altına alınmıştır. Mültecilik sığınılan ülke tarafından tanınan hukuki bir statüdür. Uluslararası hukuk gereği hiçbir ülke insanların iltica başvurusu yapma hakkını engelleyemez. Ancak Avrupa sınırlarında yaşanan, AB yetkililerinin siyasi retoriklerinin aksine, insanların sığınma başvurusuna yapılmasına dahi izin verilmemesidir.

İnsanlar gittikleri yerlere kendi hikâyeleriyle gitmektedirler ve hikâyelerinde yeni bir sayfa açmak istemektedirler. Birçokları için açlıktan ve ölümden kurtulup rahata ermek şeklinde devam eden hikâye, maalesef çok daha fazla sayıda insan için acı içerisinde devam etmektedir. Daha üzücü olanı ise yine birçokları Akdeniz’in soğuk sularında evlatlarıyla birlikte hayata veda etmektedir. Veya binlerce çocuk Eurosur’un en gelişmiş imkânlarına rağmen “kaybolmakta”, bir daha onlardan haber alınamamaktadır.

Özetle AB’nin insan haklarına aykırı politikalarının bahanesi aşırı sağ iken, aşırı sağa göre ontolojik tehdit göçmenlerdir; sorunun merkezinde ise paylaşılmak istenmeyen refah bulunmaktadır. Refahın arttırılması ve sürdürülmesi için memnuniyetle göçmenler işçi olarak kabul edilirken refahtan pay vermek şöyle dursun canlarını kurtarmak isteyen insanlar kapıdan men edilmektedir. Mottosu Unity in Diversity (Farklılıklar İçinde Birlik) olan AB, surlarını mazlumlara karşı sağlamlaştırmaktadır. Denilebilir ki Avrupa’ya ulaşıp refaha ermek bir yana en azından en temel insan hakkı olan yaşama haklarını güvenceye almak, belki olursa ondan sonra çocuklarına iyi bir hayat yaşatmak isteyen göçmenler AB tarafından uluslararası hukuka göre hakkı olan bir “insan” değil, AB kalesinin surlarına atılan birer “kurşun” olarak görülmektedir.

Söz&Kalem - Muhammed Aksoy

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.