Nakş-ı Azam (SAV) !
Bir şey mutlak zikredilince kemaline masruftur” kaidesince insan denilince, kulluğuyla Allah (c.c)`ın bütün isimlerine ayinedarlığı en mükemmel şekliyle gerçekleştiren Efendimiz (s.a.v) akla gelir, "Sünnet-i Seniyye” dediğimiz yaşantısıyla İsm-i Âzam`ın m
Bir şey mutlak zikredilince kemaline masruftur” kaidesince insan denilince, kulluğuyla Allah (c.c)`ın bütün isimlerine ayinedarlığı en mükemmel şekliyle gerçekleştiren Efendimiz (s.a.v) akla gelir, "Sünnet-i Seniyye” dediğimiz yaşantısıyla İsm-i Âzam`ın mazharı olmuş yani Nakş-ı Âzam olmuştur.
Bismillahirrahmanirrahim…
Esma-i Hüsna’nın tecellileriyle varlık sahasına çıkan mevcudat çok cihetlerle bir yaratıcının vasıflarını bildirir. Varlıklar arasındaki farklılıklar, O yaratıcının iradesinden haber verdiği gibi sahip oldukları hassas dengeler de O’nun sonsuz ilmini nazara verir. Tecellilere mazhariyet oranında, her varlık bir mertebe kazanır.
Her bir varlığı ister yapısıyla ister yüklendiği vazife yönüyle farklı yaratan Rabbimiz, her birinin mertebesini irade ve hikmetiyle tespit etmiştir. Cansız maddeler, bitkiler, hayvanlar, melekler, insanlar; her birinin yapısı farklı, farklılıkları da mazhar oldukları esma tecellileri ile alakalıdır. Mesela; Halık ismiyle vücut bulan cansız varlıkların, bitkilerden farklılıkları Hayy ismine mazhar olmayışları, yani hayat sahibi olmayışlarıdır.
Bütün varlıkların mertebeleri, yaratıcıları tarafından belirlenmişken; irade sahibi olan insana ise esfel-i sâfilin (sefillerin en sefili) ve Âlâ-yı İlliyîn (yücelerin en yücesi) gibi birbirinden çok uzak ve bütün mertebeleri kapsamına alan bir saha sunulmuştur. Cansız maddeler, bitkiler ve hayvanlarla ortak özellikler taşıdığımız gibi melekler gibi olabileceğimiz hatta onları geçebileceğimiz bize bildirilmektedir.
Bütün isimlere mazhariyet noktasında ahsen-i takvimde (yani kıvamın en güzelinde) yaratılan insan hakkında Üstad Bediüzzaman şu tespitlerde bulunur: “Nasıl esmada bir İsm-î Azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki; o da insandır.”
“Bir şey mutlak zikredilince kemaline masruftur” kaidesince insan denilince, kulluğuyla Allah (c.c)’ın bütün isimlerine ayinedarlığı en mükemmel şekliyle gerçekleştiren Efendimiz (s.a.v) akla gelir. “Sünnet-i Seniyye” dediğimiz yaşantısıyla İsm-i Âzam’ın mazharı olmuş yani Nakş-ı Âzam olmuştur. Çünkü O (s.a.v), Rabbinin esmalarının hudutları içinde, her ismin gerektirdiği vaziyeti takınmıştır.
Mesela; vefasında kavi olan Rabbinin huzurunda, fetihten sonra en çok sevdiği yere, yani Mekke’de kalmayıp Medine’ye giderek vefa sınırlarının içinde kalmıştır.
Kahhar olan Rabbinin huzurunda O’nun (c.c) memurları hükmündeki müminlere kahrını göstermemiş, sadece emrettiği kişilere O’nun (c.c) adına öfkelenmiştir. Ğani olan Rabbinin huzurunda hem maddi hem manevi fakrını izhar etmiştir. Yani her haliyle Allah (c.c)’ın isimlerini okutmuş, O’nu hatırlatmış, bu haliyle de Habibullah unvanını almıştır. (Ki bu unvanda hikmetle, mana olarak bütün isimleri ihtiva eden ve en büyük isim olan Allah (c.c) ismi tercih edilmiştir.)
Aslında bunları yaparken de şükretmiş sayılıyordu. Eğer şükür maddi ve manevi her bir uzvu Allah (c.c)’ın emrettiği gibi kullanmak ise O (s.a.v), kendisine verilen bütün varlık nimetlerini olması gereken yerde ve şekilde kullanarak şükretmiş oluyordu. Şükür nimetin artmasına sebep olduğu için, sünnet-i seniyye’yi tam uygulamak ile sahip olduğu nimetler onda ziyadeleşiyordu.
Örneğin; diğer insanlar gibi görüyorken, gözünü Allah (c.c)’ın istediği dairede kullandığı için görme alanı daha genişti! Kabirde azap çeken ölüleri görebiliyor ve oturduğu yerden Mescid-i Aksa’yı tarif ediyordu. Belki “Bu sadece bir mucizedir” diyeceksiniz, evet mucizedir. Fakat Allah (c.c) mucizeleri herkese vermez. Gözünü Allah (c.c)’ın emrettiği yerde kullanıp şükrünü eda ettiği için basir isminin feyzinden daha çok hissedar oluyordu.
Üstadımız, bütün açılardan kulluğu mükemmel bir şekilde gerçekleştiren Efendimiz (s.a.v)’in Kelam sıfatından hissesini açıklarken; “Hem İsm-i Azam’a mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm’ın bir ayetle mazhar olduğu Feyz-i İlahi, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir” demiş ve Onu (s.a.v) takip eden Müminlerin de yaşantıları ve kabiliyetleri oranında o feyizlerden hissedar olacağını haber vermiştir.
Bütün bir kâinat Allah (c.c)’ın “Ol” emriyle vücut bulup, işleyip, lisan-ı haliyle şükrü okutuyor iken; biz şuur sahiplerinden de “Dosdoğru ol!” emrine itaat etmemiz yani şükrün tâ kendisi olan “sünnet-i seniyye”ye tabi olmamız istenmiştir. Çünkü Rabbimizin muradı; varlıklarda-olaylarda rahatlıkla okunan isimlerin, insanların fiillerinde de okunmasıdır. Bu ise ancak sünnet-i senniyyeye ittiba ile mümkün olabilir.
Hasıl-ı kelâm hilkatiyle ve yaşantısıyla Esma-i Hüsna’nın temaşa edildiği o münevver Nakş-ı Esma (s.a.v) bütün ümmetinin asırlardır O’na yaptığı rahmet duası olan salavatlarıyla manevi kemalatı hala devam etmekte yani; Nakş-ı Âzam olma yolunda terakkisi sürmektedir.
Nakkaş-ı Ezeli’nin Nakş-ı Âzamına sonsuz salât sonsuz selâm…
Elhamdülillahi rabbil âlemin…
Nevin Yapıcıoğlu / Nisanur Dergisi - Nisan 2012
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.