Nefsini Kötülüklerden Arındıranlar

Nefsini Kötülüklerden Arındıranlar

İnsanın her an mürâcaat etmesi gerekebilen temel eserlere “başucu kitâbı” diyorlar. Bir Müslümanın “başucu kitâbı” elbette ki “Kur’ân”dır.

İnsanın her an mürâcaat etmesi gerekebilen temel eserlere “başucu kitâbı” diyorlar. Bir Müslümanın “başucu kitâbı” elbette ki “Kur’ân”dır. Biz o “her an mürâcaat etme” işini yapmasak da, mukaddes kitâbımızın o vasfı hiç değişmez; fakat biz Kur’ân’dan uzaklaştığımız için, “olmazsa olmaz” olması gereken vasfımızı kaybetmeye yüz tutmuşuz.

Merâk edip de incelesek, Rabbimizin bizden ne istediğini anlamaya çalışsak; belki Şems Sûresinin 9. âyeti de gözümüze takılacak. “Kad eflaha men zekkâhâ” (Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir) buyuruyor Kâinât Halik’ı. Bu kelâmın ma’nâ ve ehemmiyyeti büyük olmalı ki, Bedîüzzamân Hazretleri de Yirmi Birinci Lem’a olan İhlâs Risâlesinin başına aldığı beş âyetin içine koymuş. Kur’ân ve îmân hizmetine ciddî tâlib olan bir avuç serdengeçtinin tek silâhı olması gereken “ihlâs” hassesi, 6.666 âyetten ve bilhassa mevzuun başına konan beş âyetle birlikte “Kad eflaha men zekkâhâ” pınarından da besleniyor. Bu pınardan beslenen âb-ı hayât havuzuna dalmadan da “ihlâs” olmuyor vesselâm!..

Mâdem her dersin başına konan âyet ve hadîsler kudsî birer şifredir; o hâlde Şems Sûresinin bu 9. âyetinin ne dediğini de anlamak zorundayız. Unutmayalım, “Cennet ucuz değil” îkázı dâimâ önümüzde trafik ışığı olsun ki; yorgunluk, bezginlik, tenbellik, meşgúliyyet gibi kaltabanlar ter dökmemize engel çıkarmasınlar.

Bir meâl kitâbı bu âyete, “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir” ma’nâsını yüklemiş. Bir başkası da, “Onu (o nefsini, günâhlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur” meâlini vermiş. Demek, “ihlâs” denen Zümrüdüanka kuşunu yakalayabilmek için, nefsimizi “kötülüklerden arındırmak” veyâ “günâhlardan temizlemek” diye bir ameliyeden geçirmek zorundaymışız. Çıfıt çarşısı olmuş bir kalb, nasıl nazargâh-ı İlâhî olacak? Kirlenmiş, paslanmış bir mekâna Sultân buyur edilir mi?

O zamân, “kötülük” denen mefhûmu tanımak zorundayız. “Kötülük” kazanının kaynaya kaynaya tortulanmış zifti, herhalde “küfür ve şirk” olmalı. Hafazanallah, bir mü’minde bulunması mümkün olmayacağı için, bu iki zift tortusunu es geçiyoruz. O mel’anet yuvası “kötülük” kazanında göze çarpan en iri parçalar ise, ister istemez “kebâir” denen büyük günâhlar olarak karşımıza çıkıyor. Nefsimizden arındırılması gereken “kötülükler” listesinin başında elbette bu “kebâir” geliyor.

Merhûm Üstâd bir mektûbunda şöyle diyor:

“Hem mektûbunuzda ‘yedi kebâir’i soruyorsunuz. Kebâir çoktur, fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikát-i seb’a ta’bîr edilen günâhlar yedidir: ‘Katl, zinâ, şarab, ukúk-ı vâlideyn (ya’nî kat’-ı sıla-yi rahm), kumar, yalancı şehâdetlik, dîne zarâr verecek bid’alara tarafdâr olmak’tır.” (Barla Lâhikası, Tenvir Neşriyat, s.353)

Bu yedi büyük günâh, helâk edici yedi sınıfı teşkîl ediyor; bunlardan elbette “yılandan, akrepten” kaçar gibi kaçma mecbûriyeti vardır. Lâkin, “Kebâir çoktur” sözüne dikkat etmek gerekir. Bu “çok”tan murâd nedir? İmâm-ı Zehebî “El-Kebâir” isimli eserinde bu “çok” kelimesine “yetmiş” olarak cevâb vermiş (Reddü’l-Evhâm-5, Rahle Yayınları, s.143-147).

Şöyle bir göz atıyoruz; “haksız yere bir mü’min nefsi öldürmek”, “farz olan namâzı tamâmen terk etmek veyâ vaktinden çıkarmak, özürsüz cemâati terk etmek”, “anaya babaya eziyet etmek, karşı gelmek”, “fâiz alıp vermek”, “kibir, gurûr, ucb, kendini beğenme, başkalarını hor görme”, “kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemeye çalışması”, “amelinde riyâda bulunmak”, “resim, heykel ve fotoğraf yapmak, yaptırmak ve bulundurmak”, “zayıflara, kölelere, kadınlara ve hayvanlara eziyet etmek”, “ölçü ve tartıda hîle yapmak”, “kadının kocasına karşı tâatta bulunmayıp nâşize olması”, “ölü için feryâd etmek, yaka yırtmak, saç yolmak”, “komşuya ezâ vermek ve onu üzmek” gibi ba’zı maddelere bakıyoruz da; günümüz Müslümanı adına dehşete kapılıyoruz. Hangimiz bu büyük günâhların semtinden geçmiyoruz?

Halbuki, Âhirzamânda “cadde-i kübrâ-yi Kur’âniyye” olarak ifâde edilen Risâle-i Nûr mesleğini tercîh edenlerin evvelemirde yapması gereken işlerin başında, “farzları işlemek” emri ile berâber “kebâiri terk etmek” de gelmektedir. Peki, kişi bilmediği şeyin neyini terk edecek? Fıkıh kitâblarının “kebâir” olarak sıraladığı maddeleri hayâtının bir parçası olarak kabûl etmiş bir mantık, nasıl olacak da “kebâiri terk etmiş” Kur’ân şâkirdleri sınıfından sayılacak?

Vâ esefâ! Küçük günâhlara dönüp bakmaya bile fırsatımız olmuyor! Büyüğünü def’ edememiş bir kişinin küçüğüne zamân ayırması da bir başka ibtilâdır zâten.

Hani “ihlâs” pınarına erişmiş olmanın bir şartı da “Kad eflaha men zekkâhâ” idi? Dînin “kötülük” ve “günâh” kabûl ettiklerini terk etmeden, nefsin “temizlenmesi” nasıl mümkün olacak? Nefis “temizlenmiş” olmadan da, “ihlâs” ne şekilde elde edilecek? “İhlâs” olmadığı müddetçe de, yapılan çalışmaların adına “Kur’ân ve îmân hizmeti” nasıl denecek?

Evet, vaad edilen “kurtuluş”, nefsin “zekkâhâ” boyasıyla boyanmasını gerektiriyor. Bu işin lâmı cimi yok kardeş; “temizlenmiş” birer nefis sâhibi olmadan bu kervana dâhil olmak mümkün görünmüyor. Nebîlerin, sıddîkların, şehîdlerin, sâlihlerin kervanı, “müzekkâ” olmamış nefisleri içine almıyor. Sen ki, “ümmet-i Muhammed (asm)’ı sâhil-i selâmet olan Dârü’s-Selâm’a çıkaracak bir sefînede” hizmetçi olduğunu söylüyorsun; bu kara yüzünle bu aydınlık sîmâların içinde yer tutabilir misin?

“Tâhir ve Mutahhir” bir âb-ı hayât kaynağından gelen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, “Kur’ân şâkirdi” olmak isteyenlere “Kad eflaha men zekkâhâ” havuzunu gösteriyor. “Önce dünyâ kazûrâtından temizlen, sonra gel bana hizmet et!” diyor. İki karpuz bir koltuğa sığmıyor, boşuna çırpınma! Çünkü, ter temiz Kur’ân’a hizmet için kolları sıvayacaksın; elbette ellerin de, kolların da “temiz” olmak zorunda. Büyük ve küçük günâhlarla âlûde olmuş nefislerle bu hizmet görülmüyor. Ayaklardaki o prangalarla, “ihlâs” kuşu yakalanır mı? Niçin “zekkâhâ” istendiğini bir nebze kavrayabildin mi?

“Öyleyse ben de bu oyunda yokum” deyip mızıkçılık da yapamazsın! “Şiddetli mes’ûl olma” işi ne olacak? Eğer ihlâsı kazanamazsak, kazanıp da muhâfaza edemezsek, muzır mâni’lerini de def’ edemezsek, “saâdet-i ebediyye zarârına” bir ağır kayıp tehlikesinden niçin bahsedilmiş acabâ? “Îmânla kabre girme” müjdesine kavuşmak öyle kolay mı olacaktı?

Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce ve Nesâî’de yer alan şu hadîs-i şerîfe teberrüken bakalım. Allah Rasûlü (sav) Efendimiz buyuruyor ki:

“Bir kavim, münkeri (işlenen günâhı) gördükleri hâlde, onu, (imkânları dâhilinde) tağyîre ve men’ etmeye çalışmazlarsa; Allah, o kavmin umûmuna birden azâb gönderir de artık duâları kabûl olmaz.”

Uzun söze ne hâcet? Şimdiki hâl-i âlem, bilhassa İslâm Âleminin içler acısı manzarası, bu Peygamber (asm) sözünü tasdîk etmiyor mu?

Sûre-i Şems, ya’nî “Güneş Sûresi”, bu dokuzuncu âyeti ile insana bir projektör tutuyor ve istikámetle gitmesi gereken yolu gösteriyor: Kad eflaha men zekkâhâ!

Dünkü gün geçti cancağızım; yârınkinin de gelmesi mechûl. Sen şu içinde bulunduğun günü iyi değerlendir! “Ferâizi işlemek”, “kebâiri terk etmek” sûretiyle nefsi kötülüklerden arındırmaya, günâhlardan temizlemeye bak! İşte o zamân “ihlâs” da kendisini gösterir…

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.